DADAŞ, DADAŞLIK, DADAŞLIK RUHU:

Spread the love

DADAŞ, DADAŞLIK, DADAŞLIK RUHU:

Dadaş ve Dadaşlık üzerinde yazılanlara baktığımızda ortak bir tanımın olmadığı görmekteyiz. Ancak yapılan tüm tanımlamalar gelip yiğitlik, kahramanlık ve doğruluk üzerinde buluşmaktadırlar. Dadaş Ocakları olarak biz ismimizi aldığımız bu kavram üzerinde durmadan derneğimizin kuruluş amacının ve ilkelerinin tam olarak anlaşılamayacağı kanaatindeyiz. Ancak doğrudan bir tanım yapmanın zorluğunun da farkındayız. Bunun için Dadaş tanımı yapmadan önce Dadaşlığın incelenmesi ve Dadaşlığın ne olduğunun anlaşılması içince dadaşlık ruhunun ne olduğu ve nereden kaynaklandığının bilinmesi gerektiği inancındayız.

Dadaş ve Dadaşlık bir sosyal – kültürel değer olarak Erzurum da karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla bu iki kavramın felsefi dayanağını yani ruhunu Erzurum’un tarihi, coğrafyası ve kültürü içerisinde aramamız gerekmektedir.

Erzurum, Fırat ırmağının iki kolunun yani Aras ve Murat arasında yer alan bir bölgedir. Yani Fırat’ın kaynakları üzerinde yükselen bir medeniyet bölgesi içerisindedir. Bu bölgede Sümer medeniyeti varlığını bulmuş ve insanlığın ilk destanı olarak bilinen Gılgamış bu bölgede ortaya çıkmıştır. Fırat ve çevresi cennet ile ilişkilendirilerek dinler tarihinde yer almıştır. Erzurum 5 yy. başlarında MS 415 yıllarında Roma imparatoru Theodosus tarafında Theodosiopolis adı ile kurulmuş ve o tarihten itibaren Roma, Arap, Selçuklu, İlhanlı, Karakoyunlu, Akkoyunlu, Safevi ve Osmanlı Devletlerinin hâkimiyeti altına girmiştir. Safevi Devleti döneminde nüfusunun büyük kısmı kaybolan bu şehir’e Kanuni Döneminde Tebriz civarında yaşayan Akkoyunlu Sünni Azeri Türklerini getirilip yerleştirilmiştir. Osmanlının zayıfladığı dönemde Rus ve Ermeni işgalleri yaşamış ve sürekli olarak bir savaş alanı haline gelmiştir. En sonunda cumhuriyetin kurulması ile neticelenen Milli Mücadele sürecinde önemli bir rol oynamıştır. Anadolu, İran ve Kafkasya arasında bir geçit şehir olma özelliği nedeniyle içinde birçok kültürel değerleri harmanlayan bir yaşam merkezi, bir kültür merkezi olma özelliğini kazanmıştır. Kartal yuvasını andıran bir rakım üzerine kurulduğundan dolayı karasal iklimin en olumsuz etkilerine maruz kalmış tamamen karakışın belirlediği bir hayat tarzına ve mimariye sahip olmuştur.

İşte yukardaki paragraf bize Dadaşlık ruhunun şifrelerini vermektedir. Nedir bu şifreler? Kısaca bir göz atalım. Erzurum Fırat ırmağının bereketi nedeniyle zengin olan bir bölgede kurulan medeniyetlerin birbirleriyle alışveriş ettikleri bir geçit noktası üzerinde kurulmuştur. Bu ister istemez Erzurum’u bir ticaret merkezi ve medeniyetlerin geçiş noktası haline getirmiştir. Bu geçiş noktası yukarıda da değindiğimiz gibi Anadolu, Kafkasya ve İran’ın bağlantı noktası olmuş ve bölgede hâkimiyet kurmak isteyen bütün ülkelerin değer verdiği Stratejik bir merkez haline getirmiştir. Bu şu anlama gelmektedir. Erzurum bir taraftan ticari, diğer taraftan kültürel teşkilatlanmaları şehrin sosyal yapısında ön plana çıkarmıştır. Bir de bunlara stratejik konumu ve serhat ili olması nedeniyle askeri hareketliliğin yoğun olması ister istemez halkın karakterinin oluşmasına etkin olmuştur. Kış süresinin uzunluğu ve sertliği toplumsal hayatı daha çok kapalı mekânlar içerisinde şekillendirmiştir. Bölgenin Türk İslam medeniyeti içerisinde yer almasıyla bütün bu değerler bir başka anlam ifade etmeye başlamıştır.

Erzurum’a gelen seyyahların büyük bir kısmı Erzurum’u yüksekliği nedeniyle kartal yuvasına benzetmişlerdir. Bu yuva, yüksekliğinden ve bulunduğu coğrafik yapı neticesinde kışları sert geçen karasal iklimin tesirinde kalmıştır. İbn-i Haldun mukaddemesinde belirttiği gibi iklim insanların karakterleri üzerinde etkili olmaktadır. Dolayısıyla yapılan sosyal psikolojik tahliller bu tarz da iklimde yaşayan insanların sert mizaçlı oldukları, kendilerine güvenen ve işlerini kendi başlarına yapmaya alışmış ama aynı zamanda yardımı seven fakat bir o kadarda insanlara şüphe ile yaklaşan ve sürekli olarak mücadele azmine sahip ve her an kavgaya hazır oldukları, az ile yetinmeyi bilip daha ihtiyatlı davranan, lider olmayı seven, emir almaktan hoşlanmayan, meselelere pratik çözümler arayan bir karakter içerdikleri konusunda ortak bir görüşe sahip olmuşlardır. Bu karakter tahlilinin birçok noktada Erzurum insanı ile uyum gösterdiği gözden kaçmamaktadır. Bu tespitin Dadaşlık ruhunun önemli bir unsuru olduğu düşüncesindeyiz.

Dadaş kelimesinin Türkçe bir kelime olduğu yönünde şüphe yoktur. Dolayısıyla Dadaşlığın Türk medeniyeti ve töresi ile şekillendiğini söylemenin pek de yanlış olmayacağı kanaatindeyiz. Türk medeniyeti ve töresinin göçebelik ve savaşçılık üzerinde yükseldiğini en temel tarih bilgilerimiz içerisinde yer almaktadır. Türk medeniyeti ve töresinin incelendiği zaman şu değerlerin ön plana çıktığı görülmektedir. Yiğitlik, erlik, kendine güven, cesaret, doğruluk, anaya ataya saygı ve itaat, kadına değer vermek, namusa ve ahlaka önem vermek, obanın ve boyunun çıkarlarını ön planda tutma, kendisine baş olarak seçtiğinin kılıç gücüne inanarak onun kılıç hakkına saygı duymak, hakana ve beye itaat gerekirse isyan etmek yerine obayı ve boyu terk etmek, dünyaya adalet getirmek ve mazlumun üzerinde zulmü kaldırmaktır. Bu saymış olduğumuz özelliklerin birçoğunun Dadaşlık ruhuna tesir ettiğinde şüphe duyulmaması gerektiğine inanmaktayız.

Dadaşlık ruhuna tesir eden en önemli faktörlerden biri ise şüphesiz İslam İnancıdır. Bu inancın gereği olarak ön plana çıkan ahlaki değerlerin ki bunların arasında; Allahtan başkasına kulluk etmemek, yalan söylememek, zina etmemek, kul hakkına tecavüz etmemek, müsrif ve cimri olmamak, başka canlıların hakkına saygı göstermek ve ulul emre itaat etmek, haksızlığa ve zulme karşı olmak ve cihat etmek gibi temel olanların Dadaşlık ruhunda etkili olduğuna inancımız tamdır.

Erzurum’un konum itibariyle bir geçit merkezi olması burayı ister istemez bir ticaret merkezi haline getirerek, Erzurum’u bir kültür ve eğitim merkezi haline getirmiş ve Erzurum içerisinde bir irfan meclisi oluşmuştur. Dolayısıyla Erzurum halkının ilme ve kültüre karşı bir meyli oluşmuştur. Buda Dadaşlık ruhuna tesir eden bir başka unsur olarak karşımıza çıkmaktadır.

Erzurum’un stratejik konumu nedeniyle bir Savaş alanı olması ve sürekli olarak Rus işgalleri ile karşılaşması ve bu nedenle sık sık yaşanan göç hadiseleri neticesinde Erzurum halkını savaşçı, şüpheci ve dayanıklı bir karaktere sahip olmasına sebep olmuş buda Dadaşlık ruhunu belirleyen bir başka unsur olmuştur.

İşte yukarda saymış olduğumuz unsurlar ile belirlenen bu Dadaşlık ruhu aşağıda sayacağımız yaşam çevreleri ve teşkilatlarca işlenerek biraz daha somutlaşmış ve Dadaşlık olarak bir yaşam tarzı, ahlaki ve kültürel bir değer olarak karşımıza çıkmıştır. Peki, nedir bu çevre ve teşkilatlar? Bunlar aynı zamanda bizim toplumumuzun temel eğitim kurumları da olan; Aile, mahalle, medrese, mektep, usta ve askerliktir.

Çocuk gözünü açtığı zaman karşısında ailesini bulur. İlk terbiyesini ve toplumsal değerlerini burada alır. Ailenin ekonomik gücü ve yaşam çevresi de yavaş yavaş çocuğun ruhsal, ahlaki ve yaşam tarzının şekillenmesine neden olur. Erzurum da aile, Türk ve İslam değerleri ile çocuğunu terbiye etmeye çalışmakta âlim ve derin hoca diye bildiklerinin vermiş olduğu telkinler ve yaşam tecrübeleri ile edinmiş oldukları doğruları evlatlarına aktarmaya çalışmaktadırlar. Çocuk büyüklere saygıyı dolayısıyla büyüklerin ayıbını araştırmamayı, görmemeyi aynı zamanda da, küçüklerini sevme ve korumayı öğrenmektedir. Her aile evladının cesareti ile namusu ile bıçkınlığıyla ve fiziksel gücü ile övünmek ister hele bu Erzurum gibi iklimin sert koşulları ile yaşam tarzının biçimlendiği bir yerde daha büyük önem kazanır. Aile için önemli olan çocuğun bir an önce ailenin yaşamına katkı sağlamasıdır. Bu Erkek çocuk için ailenin geçimine yardım etmesi, kız çocuk için ise evin evirilip çevrilmesidir. İlk Erkek çocuk babanın veliahdıdır. Dolayısıyla bu çocuk ağabeydir. Bu ağabey erkekliği babasından öğrenip gençliğinin verdiği enerji ile kardeşlerine ve arkadaşlarına öğretmek ve göstermek ister. Burada fiziki gücünü fark eder ve enerjisini aba güreşinde sarf ederek yiğitliğe ilk adımını atar.

Yaş ilerler ve çocuk artık mahalle hayatına katılır. Çevresine bakar ve görür ki mahalle içerisinde babanın ve ananın saygı duyduğu ve değer verdiği insanlar vardır. Bu insanlar artık bu çocuk içinde değerlidir. Yaşlı denilen insanlar babaların ve analarını da terbiye etmekte, diğer mahalle sakinleri ile birlikte müşkülatlar çözülmekte uzun kış gecelerinde toplanılarak kendi aralarında eğlenilmekte, yemekler pişirilmekte, mahallenin ve şehrin sorunları konuşulmakta, kimin kime nasıl yardımın dokunulacağı tartışılmakta ve yapılacak olan bu yardımın nasıl gizli kalınacağı düşünülmektedir. Bu ortamda her türlü sosyal sivrilik törpülenmektedir. Bu kış gecesinin sohbetleri, içine kadar işleyen nüktedanlıklar ile süslenmekte ve kendisinde bir nüktedanlık oluşmaya başlamıştır. Bu nüktedanlığın yanı sıra çocukta musiki zevki de oluşmaya başlamıştır. Çocuktan beklenen bu sohbetler de tıpkı anası ve babasına gösterdiği saygı ve sevgiyi mahallenin sakinlerine de göstermesidir. Birlikte oturmayı ve yaşamayı öğrenen çocuğumuzun artık çok daha büyük bir ailesi, mahallesi vardır. Hele bu mahalle bir de sur dışında kalan bir varoş ise delikanlı çağına gelen çocuk için savunulması gereken bir mukaddesattır. Delikanlılığın verdiği cesaret ve enerji ile bu görevi yerine getirmek bir nevi kendini ispattır. Ama babasından ve mahallesinde dadaşım dediklerinde gördüğü tarzda, bu tarz da bildiği cesarettir, yiğitliktir ve daha tam olarak anlayamadığı bir vakardır. Bu vakarda büyüklerin doğruluğa, dürüstlüğe, kahramanlığa ve güzel ahlaka verdiği değer ile delikanlı artık bu değerleri vazgeçilmez bir yaşam tarzı olarak algılar. Bu yaşam tarzını Bar dediği davullu zurnalı oyunla simgeleştirmiş. Toylarda, toplantılarda, asker uğurlamalarında bar denilen bu oyunu oynamış yani bar tutmuştur.

Azerbaycan’ dan, İran’ dan ve Anadolu’nun içlerinde gelen kervanların getirdiği sadece mallar değildir. Hikâyelerdir, öykülerdir, bilinmeyen hayatlardır, farklı fikirler ve düşüncelerdir. Artık mektebe başlayan çocuk hem burada, hem babasından, hem de mahalleden öğrendikleriyle ilim tahsil etmeye başlamıştır. Artık ulemanın verdiği fetvaları dinlemeye başlamış, kafasında bunları değerlendirmiş kendine göre müşkülatlarını çözmeye çalışmıştır. Bu müşkülatlarını çözerken ulemadan aldığı dini ve fenni bilgileri uygulamakta özellikle hayatını İslami anlayışa göre ayarlamaktadır.

Delikanlı ta çıraklık zamanında babası tarafından eti senin kemiği benim diyerek girmiş olduğu ustanın yanında temeli ta Horasan erenlerinden Ahmet Yesevi’ye dayanan ahilik teşkilatının fütüvvet terbiyesi ile yetişmektedir. Gencimiz bir yandan meslek sahibi olurken bir yandan da ahlaklı olmayı, doğru olmayı, inançlı olmayı, cömert, yardım sever ve misafirperver, yiğit olma gibi değerleri ustaya itaat ederek yeni baştan öğrenmektedir. Genç, mesuliyet duygusu ile tanışmış, Serserilikten, kurtarılmıştır. Sağlam bir sınıf şuuruna varmış ancak yukardaki sınıfta gözü olmadan ve kendinden aşağıda olan sınıfı hakir görmeden işinde uğraşmaktadır. Bunda köylü bey ilişkisinin ağa maraba ötesinde baba oğul abi kardeş ilişkisinin kurulması da önemli olmuştur. Çarşı teşkilatı kökleştikçe tehalüf fikri yerleşmemiş bir denge oluşmuş, her sınıf kendi hayatında, kendi zevkinde, rahat ve müstakil bırakmıştır. Artık delikanlı denkliğin ne olduğunu anlamış bu evlilik kararında dahi kendini göstermiştir. Yapmış olduğu meslek gelen kervanların Erzurum’a sağ ve selamet içerisinde ulaşmalarına bağlıdır. Dolayısıyla delikanlı ahiliğin gereği olarak yaşadığı yerin ve gelen kafilelerinin güvenliğini sağlamak zorundadır. Mahallenin güvenliğini sağlamayı kendine görev bilen delikanlı artık şehrinin güvenliğini sağlamayı kendine görev bilmektedir. Ama tek bir farkla birlik ve beraberlikle ferdi davranan delikanlı şimdi bir komuta altına girmektedir. Kahramanlık ve yiğitlik bir başka anlam kazanmaktadır. Delikanlının bir atı vardır ve her an bir savaşa hazır olmak için cirit oyununu oynamaktadır. Belinde Erzurum’un meşhur kılıçları şirek ve mirek ile soyluluğunu dosta ve düşmana göstermektedir.

Delikanlı yetişkinliğe doğru ilerlediği dönemde mutasavvıflarla tanışır. İdraki bir noktada değişmeye, açılmaya başlamıştır. Ev sohbetlerinde dinlemiş olduğu sohbetlerin manası yavaş yavaş oturmaktadır. Artık hakikat yolcusu olmaya başlamıştır. Şeklen uygulamış olduğu İslami ritüelleri mana boyutuyla yaşamaya başlamış, yiğitliğin en zor kısmına nefisle mücadeleye girmiş dışarı ile olan mücadelesini bırakmış kendisi ile olan mücadelesi başlamıştır. Kahramanlık iddiasında olmayan bir kahraman olmuştur. Yüreğindeki sevgisi aşka dönüşmüş, artık bütün bir âlemi sevmeye başlamıştır bar isimli şiirinin bir mısrasın da Sadettin Akatay’ın dediği gibi seven sarhoştur elbet içse de içmese de, bu aşk sarhoşu olan gencimiz, benliği bırakıp bendeliğin peşine düşmüştür. Eşrefi mahlûk olma yolunda ilerlerken lafın ve hareketlerin anlatmaya yetmediği bir hale düşmüş sukutu öğrenmiştir. Şimdi suskunlukla kendini anlatmaktadır. Faruk Nafiz ÇAMLIBEL “Erzurumlular ihtiva etmiş oldukları manayı sukutlarıyla en iyi şekilde ifade eden kimselerdir” diyerek bu durumu tespit etmiştir. İbrahim Hakkının, Alvar imamının, Hacı haşıl efendinin, Vehbi efenin, Osman Bedrettin’in sohbetlerinden sonra konuşmak mümkün değildir. Çünkü dinlediği insanı kâmildir. İçindeki nefsi isyanlar mürşide ve Allaha itaate dönmüştür. Verdiği söz çok kıymetlidir. Kime vermiş olduğunun önemi olmadan, vermiş olduğu sözden bundan sonra başı gitse de geri dönmeyecektir . Çünkü bu sohbetlerde doğruluğu ve samimiyeti, ana babasından, ustasından öğrendiğinden çok daha değişik bir şekilde öğrenmiştir. Eskiden verdiği söz önemliydi ama şimdi önemi daha çok artmıştır.

Askerlik zamanı gelmiştir. Kapıda moskof vardır on üç savaş gören bu şehir’e Gamlar şehri denilmektedir. Serhat şehridir, Erzurum bir derbenttir. Ailesini, mahallesini, şehrini koruyan delikanlı şimdi vatanını, namusunu, dinini ve hürriyetini korumak zorundadır. Yurt severlik duygusu keskinleşmiş sadettin Akay’ın Bar şiirinde dediği gibi karakteri çelik bir yay şeklini almıştır. Askerlik bütün Erzurumlular gibi kanına işlemiştir. Ulemadan ve mutasavvıflardan öğrendiği Allah, Resulullah, vatan aşkı ile şekillenen cihat anlayışı genlerinde miras olarak aktarılan savaşçı ruhu ile babasından miras aldığı kahramanlıkla birleşmiştir. Artık yiğitliğin, cesaretinin ispat edeceği yer askerlik ocağıdır. Şimdiki arzusu şehit olmaktır. Türklüğün mirası onun üzerinde korunacak, onun üzerinde devam edecektir. İslam’ın namusu onun üzerindedir. Vakit cihat vaktidir.

Ezeli Hak’tır Dadaş’ın Ebedi Hak kalacak,

Duracak durdukça cihan yine mutlak kalacak.

Aşmış Altayları, Cengiz’le beraber geliyor,

Eşi yok, benzeri yok, Varsa göster geliyor.

Fatih’in yoldaşıdır, Yavuz’un kan kardeşi,

Ruhta iman kaynağıdır, histe vicdan ateşi,

Hür doğmuştur anasından, yaşar hürriyet için

Adamıştır nesi varsa sulh için, millet için.

Mertliğin son merhalesi, o hamaset kalesi,

Medeniyet kaynağıdır ruhunun meşalesi.

Eğilin ey ulu dağlar, savulun fırtınalar,

Sizi kahretmeye kadir bu celadet, bu vakar.

Heybetinden ezilirsin, şu çatılmış kaşa bak,

Nice mağrur başı eğmiş, şu eğilmez başa bak.

Şu eğilmez başa bak ki o ne mana taşıyor?

Su çatılmış kaşa bak ki gene bayraklaşıyor.

Çekmesin hançerini hey! Hele bir çekse kınından,

Gelecekler ejder olsa geçemezler yakınından.

Kükreyip şahlanıverse, ona gökler daralır,

Toprak altında erir de başı ta arşa varır.

Devrilir mi, yıkılır mı böyle bir azm-i kavi?

Hilkatin şaheseridir, kudretin mucizesi

O, karanlıkları yurttan ebediyen kovacak,

Güneşin battığı yerden, Dadaş’ındır doğacak…

Onu var tarihe sor ki, hangi boydan geliyor?

Kökü ta Ergenekon’dan, Orta Asya’dan geliyor.

Başa geçmiş dadaşım, sanma sondan geliyor.

Ona sen tarihi sor ki O da ondan geliyor.

Bu gelen başta gelendir, yurt için aşka gelen,

Ünü dünyaları sarmış, bu gelen başka gelen.

Kaleler setleri aşmış, çiğnenmiş her siperi,

Gerilik şanına düşmez, ileri hep ileri!

İbrahim HAKKIOĞLU Dadaş isimli bu şiiri yukardaki iki paragrafı sanki özetlemiş gibidir.

Evet, Sevgi ve merhamet kenti olan Erzurum bir ocak halini almıştır. Bu ocağın ateşi sevgi, aşk, saygı, ilim, fikir, yiğitlik, erlik, kahramanlıktır. Ocağı yakan ana, baba, muallim, usta, âlim ve mürşidi kâmildir. Ocakta tüten Dadaşlık, pişende Dadaştır. Alvar imamı olarak bilinen Muhammed Lütfü Efendi Erzurum’un Dadaş Ocağı oluşunu, Dadaşlığı ve Dadaşı meşhur Erzurum Destanı ile şöyle anlatmaktadır.

Erzurum kilidi-i mülk-i İslâm’ın

Mevlâ’ya emânet olsun Erzurum.

Erzurum derbend-i ehl-i imânın

Mevlâ’ya emânet olsun Erzurum.

Gâyet şecaatli erler var idi

Nisâsı, ricali hayadâr idi

Edepli, erkânlı bir diyâr idi

Mevlâ’ya emânet olsun Erzurum.

Göl yerinde elbet sular bulunur

Yine vardır deyü ümit olunur

Yine bugün bin bahâya alınır

Mevlâ’ya emânet olsun Erzurum.

Elhamdü’lillâh metîn İslâmları var

Fakîre, zaîfe ihsânları var

Külbe-i gönülde îmânları var

Mevlâ’ya emânet olsun Erzurum.

Hayrât, hasenâtlı erleri vardır

Hayra ü bereketli güzel diyardır

Seyret sen âlemi bu aşikârdır

Mevlâ’ya emanet olsun Erzurum.

Müşkül haleyleyken uleması var

Safa bahşeyleyen fuzâlası var

Şöhret-i şiar yine küberası var

Mevlâ’ya emanet olsun Erzurum

Dadaş mı Erzurum dur yoksa Erzurum mu dadaştır? Belli değildir. Bunu İsmail Habib Sevük Erzurum anılarında şu şekilde anlatır” Erzurum’dayız, şehirden önce şehirliyi konuşalım. Gövde içinde ruh var; beldeler ruh olan halkın gövdeleridir, kalıplı gövdeden ne çıkar. Eğer içindeki ruh kalpse, alevli ruh, asil ve coşkun ruh, büründüğü gövde o kadar gösterişli değil mi? Ne zarar? İçteki ruh dıştaki maddeye bir ışık gibi vurduysa o madde ne olsa güzeldir.” Bu güzellikte yatan insana ve çevreye duyulan saygı ve sevgidir. Bu sevgi, yaratılana duyan aşktır.

Dadaşlık nedir? Bu sorunun cevabını isterseniz Erzurum’a gönül verenlerin, gelenlerin, yazdıkları hatıralarında, mısralarında arayalım.

İsmet İNÖNÜ, Dadaşlığı,” Dadaşlık; ahlaktır, yiğitliktir, doğruluktur, hakperestliktir, mazlumdan yana olmaktır” şeklinde tanımlamıştır.

Alev ALATLI, Dadaşlık tanımı yerine Erzurumluluk tanımını yapmıştır. Bu tanıma göre Erzurumluluk, “Haysiyet iliktir, erdemliliktir, cesarettir, mertliktir, samimiyettir, sadakattir, vefadır, mükemmel ahlaktır, tükenmez bir sevgi ve karsız bir saygıdır. Erzurumlu, olay ve fikirleri araştırır; insanların ayıplarını asla araştırmaz. Erzurumlu söylenene bakar, satır aralarının peşinde olmaz. Merttir ama patavatsız değildir. Cömerttir ama müsrif değildir. Yüreklidir ama saldırgan değildir. Samimidir ama ahmak ve aptal değildir. İnançlıdır ama yobaz değildir. Hâsılı Erzurumluluk, Hazreti Kur’an’ın eşrefi mahlûkat olarak tarif ettiği insan olmaktır.”

Çetin BAYDAR ise Dadaşlık tanımını yaparken “Dadaşlığın temel argümanını gençlik enerjisi” olduğunu belirterek, bir sosyal rol olarak Dadaşlığın bu enerjiden kaynaklandığını ifade etmektedir. Dadaşlığın Erzurum’a mahsus bir kavram olmadığını, kuzey ve güney Azerbaycan, Horasan ve Türkmenistan dada karşımıza çıktığını söyleyerek Dadaşlığın temellerini, coğrafya olarak Türkmen yurduna manevi iklim olarak ise Ahiliğe ve fütüvvete bağlamaktadır. Dadaşlığın İslami bir format olarak ortaya çıktığı tespitini yapmaktadır. BAYDAR,” Dadaşlığın temel eksenini insan- ı kâmile olan özlem” diye düşünmektedir. “ Dadaşlık ailede, doğup cemiyette perçinlenen bir toplumsal liderlik sembolüdür. Bu liderliğin Türk ve İslam muhtevası “insan-ı kâmil” kavramı ile taçlanmıştır. Batı medeniyetinin hümanist bireyselliğine karşı bizim insan-ı kâmil kavramımız tartışmasız bir üstünlüğü ifade eder. Erzurumlu kimliği insanı kâmili dadaş karakterinde yaşattı. Eğer insan-ı kâmilden vazgeçmezse onu dadaşlığı evrimleştirmek suretiyle yine dadaşta yaşatabilir.” Demektedir. Dadaşlığı, Çetin BAYDAR Gerçek Dadaş kimliği altında şu şekilde tanımlamıştır. “ Gerçek Dadaş Kimliği; Millete, Vatana, Devlete, Bayrağa, hiç karşı olur mu? O, Kirletilmiş devlet, kirletilmiş vatan, kirletilmiş millet, kirletilmiş bayrak tablosuna karşıdır. Kirletilmiş delikanlılığa, kirletilmiş mahalleye, kirletilmiş çarşıya, kirletilmiş beşere isyan halindedir. Velhasıl nerede fıtrat bozulmuşsa gerçek Dadaş kimliği orada mesaidedir. Bu isyanı sözünü ettiğimiz varlıkların ıslahı, fıtratına dönmesi, zulmün ortadan kaldırılması, adaletin iadesi noktasında bulur. Gerçek Dadaşlık, bir ahlak mesleğidir.” Ancak BAYDAR Gerçek Dadaş kimliği demiş olduğu Dadaşlığın kültür devrimiyle birlikte gösteri Dadaşlığına ve modernleşme ile birlikte Getto Dadaşlığı dediği bir hale dönüştüğünü, bireysel yiğitlikten daha çok kolektif kabadayılığa dayanan bu dadaşlığı yozlaşmış bir Dadaşlık olarak kabul etmekte ve bu bozulmayı Dadaşlığı öğretecek manevi hocalık edecek kimsenin kalmamasına bağlamaktadır. Dadaşlığın geleceğini, Müslüman – Türk Erzurum’unun da bir geleceğinin olmasında görmektedir.

Necati Karabacak’a göre “Dadaşlık öyle rastgele, müktesep bir sanat veya meslek değil, bazı müstesna şahsiyetlerde görülen, efendilik gibi fıtri ve dogmatik bir ruh asaletidir.”

İsmail Habib SEVÜK Dadaşlığı “ külhanbeyliği değil kabadayılık” olarak yorumlamış ve Dadaşlığı “Bir davranış biçimi bir yaşama şekli, bir ahlak anlayışıdır” şeklinde tanımlayarak şöyle devam etmiştir.” Dadaşlık bir mezheptir. Bu mezhebin ibadetleri iyi silah kullanmak, güzel cirit oynamak, milli oyunları iyi bilmek ve paraya ehemmiyet vermemektir. Mezhepte en esaslı iki kaide kimseden korkmayacak ve kimseyi öldürmeyeceksin korkmak en büyük ayıp, öldürmek ondan daha büyük ayıp… Maksat hayat değil galebedir. Yiğitsen, yen hatta yenil gene öylesin. Öldürdün se yenmedin yiğitliği lekeledin.” Sevük, bu mezhebi” nesilden nesille aktarılarak biriktirilmiş bir kabiliyetin mirası olarak görmektedir.”

İsmail Habibin, Dadaşlık mezhebinin iki kaidesini Dadaş şiiriyle şair Kemalettin KAMU şöyle dile getirmiştir.

Dediler; “davranma, düştün kapana,

Ya çek bıçağını, ya gel âmâna!”

Dedim ki; “Dadaşı doğuran ana,

Taşır mı karnında eğilecek baş?”

Bilmem ki öldü mü? Kaldı mı diri?

Kanla temizlendi elimin kiri.

Koyu karanlıkta haykırdı biri,

Dedi ki; “ben ettim, sen etmem Dadaş!”

Yerine gelmişti Dadaşın andı,

Kamayı parlattım yüreğim yandı,

Kurtulan, kancıkça pusu kurandı,

Elimde ölene döküyorum yaş

Dadaşlığın sembolize edildiği oyunun adı bardır. Atatürk Üniversitesi Fen Edebiyat fakültesinin kurucu Dekanı Prof. Dr. Mehmet KAPLAN Dadaş barlarında millet yapan her şeyin bulunduğunu söylemektedir.

İsmail Habib Sevük’e göre “Bar Dadaşların, aşk, sevgi, mertlik, yardımlaşma, kahramanlık gibi duygularını sembolize etmektedir.”

Nejat ONAL ise “Bar bir savaş oyunudur ve yiğitlere yaraşır” demektedir.

Bar şiirinde merhum Şair Sadettin AKATAY Barı kahramanlık, yiğitlik, erlik destanı olarak tanımlamakta ve dolayısıyla Dadaşlığın tanımını yapmaktadır.

Yüzyılların ardından kopup gelen bir vakar,

Kahramanlık, yiğitlik, erlik destanıdır bar.

Bu oyunda gör bizi, geçme sakın ıraktan,

Gözün varsa seçersin, barda karayı aktan.

Bir savaş seyri vardır dadaşın her barında,

Görünce kanın kaynar, o an damarlarında.

Doyum olmaz bir görsen Köroğlu’nun barını,

Güvenirsin gücüne, düşünmezsin yarını.

Dumludan taaa Basraya çağlayan selimiz var.

Bahtımız kara değil bugün, karasu kadar.

Bingöl yaratmadı mı kan çağlayan Arası?

Hazar çalkalanırken kanar Türkün yarası.

Aman Aras , Han Aras, Bingölden kalkan Aras,

Al başımdan sevdamı, Hazerde çalkan Aras…

Dadaş çelik bir yaydır, onu germeye gelmez.

Çağlayan bir sel olur, dağlara da baş eğmez.

Yayla bulutu gibi yükselir yavaş yavaş,

Sonra birden köpürür, sel olur, coşar Dadaş,

Doğunun sınır taşı Erzurum’un Dadaşı,

Efesi var İzmir’in, eğilmez Türkün başı.

Bar başlıyor.

Barbaşı sallarken gönülden mendilini,

Gözüne al Dadaşım, sende sevgilini.

Dinle davul ne diyor: Dan, dan, dan.

Ben bu sese vurgunum, can, can, can,

Canlar yurdundur elbet, her can Vatana kurban.

Atalar yurt sevmeği, davuldan öğrendiler.

Bu ilk barın adına sarhoş barı dediler.

( Seven sarhoştur elbet, sevse de sevmese de )

Dadaşlar ağır ağır bir halka çevirdiler,

Yurda kurban yiğitler bu halkaya girdiler.

Ses yok donmuş dudaklar, gözler halkalanıyor.

Ufuklar, bayraklaşmış, cihan

Dan, dan, dan kanlar kaynaştıran dalgalanıyor.

Bir ses çıktı zurnadan.

Dağlar gibi dadaşlar, kımıldandı durmadan.

Tanrım bu ne duruştu, gözler şimşekleşiyor.

Kırat kişniyor, neden toprakları eşiyor?

Silkin ey Palandöken, dök başından karını,

Dadaş oynarken gösterir vakarını.

Vur davulcu candan coşsun dadaşım,

Çal zurnacı, oynasın dadaş, dönüyor başım.

Bütün bu tanımları ve Dadaşlık ruhunun nereden ve nasıl beslendiğine ilişkin kısa incelememizi göz önüne aldığımız zaman Dadaşlığın bir ruh asaleti olduğunu görmekteyiz. Bu ruh asaletinde İslam dininin, Türk medeniyet ve Töresinin etkileri bariz bir şekilde görülmektedir. Bu etkiler ilk önce aile hayatından daha sonrada mahalle yaşantısından başlayarak sıra ile ilim irfan meclislerinde, daha sonra ahilik teşkilatı ve onun uzantısı olan usta çırak ilişkisi ve en sonunda dergâh ve tarikatlara iktisap ile neticelenen, asker ocağı ile devam eden bir eğitim müessesi ile insan ruhuna tesir etmektedir. Bir de buna serhat ilinde yaşama ve sık sık yaşanan Rus savaşları ve Ermeni isyanları birleştiğinde vatan ve millet sevgisinin ağırlık kazandığı bir milliyetçi duruş eklendiğinde Dadaşlık ayrı bir anlam kazanmaya başlamıştır. Kısacası Dadaşlıkta tarihi bir süreç içerisinde gelişen fikir, irfan, kültür, sanat ve medeniyet dünyasının izleri vardır.

Dadaşlık nedir? Sorusuna verilecek olan cevap gerçekten çok önemlidir. Bu tanımın yapılabilmesi için ciddi bir tarihi, kültürel, sosyolojik, psikolojik ve sosyal psikolojik araştırmanın yapılması gerekmektedir. Maalesef köklü bir üniversiteye sahip olmamıza rağmen şehrin kültürel mirası üzerinde kurulan bu üniversitede Dadaşlık ve Dadaş üzerinde bir çalışma yapılmaması çok manidar ve düşündürücüdür.

Biz Dadaş Ocakları Derneği olarak doğrudan bir tanım yapmaktan çekinerek sadece Dadaşlık üzerinde şu tespitleri yapmakta yetineceğiz.

1 Dadaşlık, doğuştan gelen ve herkeste bulunmayan bir ruh asaletidir.

2 Dadaşlık, aile ortamında kazanılan büyüklere yönelik saygı ve küçüklere yönelik sevgi ile başlar. Büyüklerin ayıbının aranmaması ve küçüklerin korunması bu aile ortamının getirdiği bir kazanımdır.

3 Dadaşlık, mahalle hayatı ile elde edilen bir toplumsal sorumluluğu ifade etmektedir.

4 Dadaşlık, derbent olma ve serhat şehrinde oturma nedeniyle oluşan bir vatanseverlik ve milliyetçilik anlayışı ile çelikleşmiş bir karaktere sahiptir.

5 Dadaşlık, Türk Medeniyet ve Töresi ile şekillenen; yiğitlik, erlik ve bağımsız olma ve haksızlığa karşı durma ruhuna sahiptir.

6 Dadaşlık, Ahilik teşkilatının gereği olan fütüvvet geleneğine sahiptir. Bundan dolayı aksiyoner bir yapıdadır. Yine Ahilik ile kazanılan bir denklik anlayışı ve muhatabına göre bir duruşu ifade etmektedir. Hak etmediğine elini sürmemek prensibi de bu gelenek ile Dadaşlığa yerleşmiştir.

7 Dadaşlık, tasavvufi sohbetler ile elde edilen Allah ve Resulullah aşkı ve bu aşk ile neticelenen ve herkese ve her canlıya yönelik bir sevgi, saygı ve merhamet ile nefsi terbiye ile elde edilen cömertlik, cesaret, kahramanlık, dürüstlük, tevazu, güçlü irade, feragat, şecaat vb. ihtiva eden bir ahlaka sahiptir.

8 Dadaşlık, şehrin konumu itibariyle bir kültür merkezi olması nedeniyle ilme, irfana, sanata, estetiğe ve musikiye yönelik bir eğilimi ihtiva etmektedir.

9 Dadaşlık, iklimin etkisiyle mücadeleci, şüpheci ve güçlü olmayı gerektirmektedir.

10 Dadaşlık, haksızlığa, korkaklığa, namussuzluğa, ihanete ve zalimliğe karşı bir duruşu ve isyanı içerisinde barındırsa da almış olduğu eğitim ve terbiye ilim ve irfan sahibine, ulul emre komutana, ustaya, ana ve babaya, büyük ve yaşlıya, öğretmene itaati emreder. Bundan dolayı dadaşlıkta isyan ruhu ve itaat terbiyesi bir arada bulunmaktadır.

11 Dadaşlık, aile, mahalle, şehir ve vatanı koruma bilincinin gelişmiş olması nedeniyle içinde her türlü yeniliğe ve fikri akımlar ile yabancılara karşı bir şüphe ve temkinliliği barındırmaktadır. Bu koruyuculuğu nedeniyle kabadayılığı içinde ihtiva etmektedir.

12 Dadaşlık, uzun kış gecelerinde yapılan toplantı ve sohbetler nedeniyle içinde nüktedanlık vardır.

13 Dadaşlık, yukarıda saydığımız tüm unsurlardan kaynaklanan bir vakarı ifade etmektedir.

Bütün bu tespitlerin yanında şunu da ifade etmek isteriz ki. Dadaşlık benzeri olan Efelik, seğmenlik, zeybeklik vb. gibi kırsal kesimden ve köylerden değil şehir hayatından kaynaklanıp, gelişen ve yayılan bir kavramdır. Bundan dolayı Dadaşlık ayrı bir önem kazanmaktadır.

Tıpkı Dadaşlık gibi Dadaşın tanımını yapmakta çok zordur. Dadaş kelimesinin kökeni üzerinde yapılan incelemeler bu kelimenin Azeri Türkçesi kökenli olduğunu göstermektedir. Kanuni Sultan Süleyman döneminde Tebriz civarlarında bulunan Sünni Türkmenlerin Erzurum’a yerleştirildiğini biliyoruz. Bundan dolayı Azeri Türkçesi içerisinde yer alan bu kelime Anadolu Türkçesinin içerisine de girmiş ve Erzurum civarında kullanılmaya başlamıştır. Ağabey anlamında olan bu kelime sıfat olarak yiğit, er, kahraman olanları nitelemek amacıyla da kullanılmaktadır.

Dadaş için yapılan tanımlarda incelendiği zaman iyi bir Müslüman, iyi bar tutan ve cirit oynayan, sözü ve özü bir olan, doğru olan, yiğit, er, kahraman olan, güçlü ve dayanıklı bir fiziğe sahip olan, vakur ve dik başlı duruşu bulunan, vatanını ve milletini seven, kabadayı olan vb. hususların ön plana çıktığını görürüz.

Bunları derleyecek olursak Dadaş, İslam dininin gereklerini yerine getiren, Vatanını ve milletini seven, doğru sözlü olan, verdiği sözü tutan, haksızlığa ve zalimliğe karşı duran ve gerektiğinde müdahalede bulunmaktan çekinmeyen, kabadayılığı olan. Tevazu sahibi, karşıdakine göre duruşu olan, safiyane bir kalbe ve bir savaşçı yüreğine sahip, çevresini seven, büyüklerine saygı, küçüklerine sevgi besleyen, istediği gibi yaşayıp başkalarının hayatına karışmayan, doğru ve güzel ahlaka sahip olan, giyimine kuşamına dikkat eden, nüktedan ama bir o kadar ciddi olmayı başaran kahraman, yiğit, cesur kimsedir. Şeklinde bir tanım yapmak mümkündür.

Bize göre Dadaş; Dadaşlık vasfı ile vasıflınmış, bir masal kahramanı kadar imkânsız ama hayat kadar gerçek, Âdem gibi Adam olan bir insandır.

Ömer Yaşar ÖZGÖDEK

Dadaş Ocakları Derneği

Kurucu Üyesi

DADAŞ VE OCAK

Ocağını tüttürmeyen evlat olduğu gibi, ocağını tüttürmeyen baba da vardır. Ocağı olmayan ev eksiktir. Ocağı olmayan toplum eksiktir. Ocaklar tek bir yürek olarak atan milletin yeridir, yuvasıdır. Ocak; yerine göre başını dayadığı, omzuna yaslandığı baba evidir. Yerine göre aynı ideal, gaye ile birleşen insanların gönülden dile, dilden ele azığın piştiği ve hayrın ve hasenatın âleme ulaştığı mekândır. Ocak; toplumları var eden değerlerin yeşerttiği huzurun ve sükûnun zaptiye siz sağlandığı mekândır.

Ocak öylesine önemlidir ki; perişan ve biçare olan insanlara, eskiler; “ Ocağı battı”, varlığını ve hürriyetini kaybedenlere “ Ocağı söndü “, maddiyatını servetini yitirenlere” Ocağına incir ağacı ekti “ derlerdi.

Dumanı tüten her baca bir ocağın eseridir. Pişen her yemek bir ocağın eseridir. Ocağında ateşi olmayanın, sofrasında aşı da olmaz. Ocağı olmayanın ananesi yaşamaz. Ananesi, töresi yaşamayan toplumlar ya ölüdür, ya ölmeye mahkûmdur. Ocakları tüten toplumlar millet olur. Millet olanlar güçlü devlet olur. İşte devlet-i ebedi müddet budur.

Her kişinin başına bir zaptiye dikseler, baba ocağından, pir ocağından terbiye almamışsa insan, pişmemişse burada hatalardan korun ulamaz.

Görüyoruz ki; mobese, güvenlik kameralarına rağmen hırsızlığın ve diğer suçların önü alınamıyor. Piştiği ocağı olmayan insan ya ham hamur yahut taş kesek oluyor. İnsan vicdanı cemiyet vicdanına bağlıdır. Vicdanı sağır olan; soğukta karda yağmurda yolda kalmış bir insanı arabasına almıyor. Yaralı yahut baygın, hasta bir insanın yanından yayası da arabalısı da duyarsızca geçip gidebiliyor.

Milletin ocağı tütmeli ki, insanlar üşümesin, kimsesiz, sahipsiz kalmasın. Ocak bir ruhtur. Ocak bir sığınaktır. Ocak bir mekteptir. Ocak bir otağdır. Ocak bir vatandır. Ocağın ecnebi manada politik kurumlar haline gelmesi, milletin varlığına namahrem eli değmesi gibidir. Ocaklar tek bir kalple çarpan yüreklerin mekânı olarak var olmalı, yaşamalı, yaşatılmalıdır.

Avrupai gençlik akımlarının, son yıllarda yaygın iletişim araçları ile şehrimizdeki ve ülkemizdeki gençleri sersemlettiği, köklerinden kopardığı ve savurduğunu gözlemliyoruz. Gençlerimiz dedelerinin, dedelerinin de dedelerinin dört bin yıldır yaşattığı değerlerden çözüldüğünü acı içinde seyrediyoruz. Bu çözülme, rüzgârda yaprak gibi savrulma hali, onları suçların kucağına itmektedir.

Gençlerimiz kendilerine TV Dizilerinin kahramanlarını model almaktadır. Hatta bir kısmı ecnebi, sünnetsiz, taharetsiz insanları kendilerine öncü görmeye başlamışlardır. Öyle ki; bu kahraman gördükleri zavallıların resimlerini gömleklerine işlemektedirler.

En büyük kabadayılığın efendilik olduğunu, darda kalana yardım eli uzatmak olduğunu, sokaktaki, çarşıdaki, pazardaki kadın ve kızları kendi anamız ve bacımız olarak bilmek olduğunu maalesef unutmuşlardır.

Bizde “ Katı açılmamış küfür “ diye bilinen kaba, argo ve çirkin hitapları, cümleleri, sözleri hiç çekinmeden ulu orta her yerde söylemeyi bir delikanlılık, bir büyümüş lük olarak görmeye başlamışlardır.

Gençliğin enerjisini cıvıklığa, isyana, çirkefe dönüştüren bataklık mekânları her yeri sarmış bulunmaktadır. Bu bataklıklar, kendilerine kılıflar bularak kamufle olmuşlar, gençliğimizin ve toplumumuzun ocağını söndürmektedirler.

Ahlakı ile yiğitliği, kahramanlığı ile yardım severliği, güvenirliği ile bütün Türkiye’ye hatta dünyaya nam salmış Dadaşların ocağını tüttürmek için, bir geleneği, bir hayat tarzını, bir cemiyet direğini ayakta tutmak için DADAŞ OCAKLARI DERNEĞİ kuruldu.

Bu dernek hiçbir siyasi partinin, ideolojinin, gurubun, cemaatin, tarikatın etkisinde ve ekseninde kurulmamıştır. Bu ocağın ateşi top yekûn milletimizin geleneğinden parlıyor. Bu ocak milli ve manevi bütün değerlerimize sahip olmak, yaşamak ve yaşatmak için kurulmuştur. Dadaş ocakları derneği genel merkezi Erzurum’da Bosna caddesinde eski bir Erzurum evinde kuruldu. Ufak tefek tamiratları bir hafta içinde bitirilerek Dadaş’ın yüreği kadar sıcacık bu yeri, Dadaşlar bütün Erzurum’a, Erzurumlulara ve milletimize açacaktır.

2011 senesi içinde Türkiye’nin birçok vilayetinde şubelerini de faaliyete sokacak olan DADAŞ OCAKLARI DERNEĞİ şehrimize ve milletimize hayırlı olsun.

Nizamettin KORUCU

NEDEN DADAŞ OCAKLARI?

Dadaş; Erzurum’da Tarihini, geleceğini ve kültürünü arıyor.

Erzurum, insanlığın Dadaş kimliği ile ifade edildiği, Anadolu’da Türk töre ve tarihi ile biçimlenen bir mekândır. Türk vatanseverliği ile biçimlenen, kültürünün, geçmişin derinliklerinden alınarak bugünün gerekleri ile biçimlendirilip geleceğe bir kültür ideal olarak aktarılması gerekmektedir.

Erzurum Dadaş kimliği ile hayat, tarihi ile bir hakikat, kültürü ile bir ülküdür. Bu ülkünün gerçekleşmesi için yetişme, pişme, olma, olgunlaşma yeri anlamına gelen ocak ismi ile Dadaş ismini birleştirerek yukarı’ dada belirttiğimiz gibi gelecek nesillere bu ülkünün gerçekleştirerek aktarılması amacıyla Dadaş Ocakları adı altında toplanmayı ve birleşmeyi uygun bulduk. Kendimizi gönül rahatlığıyla Dadaş olarak ifade edebilmek ve gelecek nesillere kendilerini Dadaş olarak ifade etmelerinde bir Dadaş kimliği bilinci oluşması için çalışacağız

İşte bu Dadaş kimliği için; ekonomik, sosyal, psikolojik, spor ve eğitim faaliyetleri ile bugünkü Erzurum halkının ideal insan tanımı içerisinde hayat standardının geliştirilmesi hedefine ulaşmak için yürütülecek olan çalışmalarda değişik kesimde gönüllülerin; fikir, kanaat, proje ve planlarının bir çatı altında toplanmasını sağlamak üzere gerekli gayretin gösterilmesi gerekmektedir

Türk töresi ve İslam inancı ile şekillenmiş olan ve Dadaşlık ile somutlaşan Erzurum kültürünün inanç, edebiyat, mutfak ve folklor vb. öğeler ile birlikte çağdaş yaşamın getirdiği yozlaşmadan korunarak ancak çağın gereksinimleri göz ardı edilmeksizin gelecek nesillere bir idea olarak aktarılmasına çalışılması bir zorunluluktur.

Dadaş kimliğinin Erzurum şehri ile ayrılmaz bir bağı vardır. Maalesef son dönemde gelişme ve değişme adı altında Erzurum şehrinin tarihi, kültürü yok edilmekte ve bu yok edilişe rağmen şehrin gelişimi ve kalkınması sağlanamamaktadır. Bu Erzurum’un asıl sahiplerinin şehri terk etmesine yol açmakta ve her giden bireyle birlikte Erzurumluluk bilinci ve belleği de kaybolmaktadır. Kendine has kültürü olan çok az sayıdaki şehirden biride Erzurum’dur ve Erzurum’un bu kayboluşu aynı zamanda Dadaşlığında yok olması demektir. Dadaşlık ise Türk Töresinin somutlaşan yaşayan halidir.

Dadaş ocakları tarihi ve kültürel mirasa sahip çıkarak bilinçli ve çevreye saygılı bir anlayış çerçevesinde yukarıda sayılan nedenlerden Erzurum’un gelişimine rehberlik etme ve gereken Erzurumluluk bilincinin oluşması için gereken örgütlü sivil toplum gücünü harekete geçirmek için kurulmuştur.

DADAŞ OCAKLARININ ÇALIŞMA PRENSİBİ

Dadaş ocakları bir taraftan Erzurum’u ve aynı zamanda Erzurumlu kimliğini oluşturan Dadaşlığı; Erzurum’un yerel tarihi, tarihsel ve kültürel mirası ve yapısını, ekolojik ve jeolojik varlıklarını anlama, araştırma ve gelecek nesillere aktarma, yerel demokrasi sorunlarını tespit edip, yetkili ve ilgililere çözüm önerilerinde bulunarak katılımcı demokrasi kültürünün oluşmasına katkı sağlama ve şehircilik sorunları üzerinde çalışarak Erzurum’un gelişen Türkiye’nin örnek ve önde gelen şehri olma yolunda halkı bilinçlendirerek hak ettiği yere gelmesini sağlamak, ekonomik gelişmesinin önündeki engelleri bulup bunların çözülmesini sağlamak, insan kalitesinin artırılması yönünde gereken sanatsal. Sportif, kültürel ve eğitim çalışmalarını yapan bir sivil toplum örgütü olarak faaliyet gösterecektir

Dadaş Ocakları kazanmış olduğu tecrübeyi ülke çapında diğer illerle kurumuş olduğu şubeler aracılığıyla buralardaki yerel araştırmacı ve çalışma gruplarına aktararak benzer faaliyetlere destek verecektir. Bu destekle beraber, Erzurum’un, kültürü, tarihi ve Dadaş kimliğini ilk önce bütün ülkeye daha sonrada dünyaya tanıtarak Erzurum’un bir marka şehir haline gelmesine gayret gösterecektir. Bunun için gerekli olan birlikte çalışma ortamının sağlanması Dadaş Ocakları için bir zorunluluktur. Böylece yerel çalışmalar bağımsız ve ulusal olma özelliği kazanacaktır. Bu Dadaş Ocakları derneğini diğer derneklerden ayıran en önemli özelliklerinden birisi olacaktır.

Dadaş Ocakları faaliyet temelinde herhangi bir ideolojik, etnik ve dinsel bir ayrım ve savunuculuk amacına yer vermeyen bir düşünce anlayışına sahip olacaktır.

Dadaşları buluşturacak ortam sadece kişilerin bir araya getirmekle kalmayacak aynı zamanda bilimsel ve entelektüel çalışmaların, fikirlerin ve çözüm önerilerinin yapıldığı ve tartışıldığı bir ortam olacaktır. Bu ortam içerisinde Dadaş Ocakları; tarihin rehberliğinde, iktisadi, kültürel, kentsel ve bireysel gelişimi bir arada sağlamayı amaçlayan geniş bir faaliyet yelpazesi içerisinde çok zor olan bir görev idealinden yani Erzurum’un tarihini, jeolojik ve ekolojik ve kültürel değerlerini muhafaza ederek kalkınma ve gelişme hedefini gerçekleştirme ve başarma hedefinden sapmadan yoluna devam edecektir.

Dadaş ve Dadaşlık; tarihten, kültürden, eğitimden, spordan, ekonomik faaliyetlerden, etnografı ve toplumsal çevreden ve şehircilik faaliyetlerinden bağımsız bir şekilde ele alınamaz ve incelenemez. Buda az sayıda insanın yapamayacağı bir şeydir. Dadaşlığın kaybolmaması için ve evrensel olarak işlenebilmesi için, akademisyenler ve çeşitli sosyal ve mesleki gruplardan gönüllülerin bir araya gelmesi ile ancak mümkün olabilecektir. Bundan dolayı Dadaş Ocakları bir sivil toplum örgütünün en çok ihtiyaç duyduğu iki temel unsurun yani birliktelik ve uzmanlaşmanın bir arada kesinlikle olması gereken bir organizasyon yapısında olmak mecburiyetindedir.

Dadaş Ocakları Derneğinin faaliyet alanına giren her konuda bireysel ya da kurumsal tüm faaliyetleri destekleme, gerektiği yerlerde bu faaliyetleri bir fiil düzenleme ve geliştirmiş olduğu faaliyetlerle ilgili olarak bireylerden ve kurumlardan destek alma ve özellikle diğer sivil toplum örgütleri ile birlikte işbirliği yaparak ortak projeler hazırlayarak bunları hayata geçirecektir.

Dadaş Ocakları Avrupa kültürü ile bütünleşme amacı doğrultusunda yürütülen etnik, mezhep ve yabancı kültürel amaçlı yapılanmalara karşı durarak Dadaşlık kültürünü ilk önce Türkiye’ye ve daha sonrada dünyaya açılması hedefini, etnik, dinsel ve siyasi çatışmalara giremeden, ayrımcılığa karşı birliği sağlamaya çalışacaktır.

Dadaş Ocakları böylece tarihten gelen etnik ve dinsel grupların birbirleriyle ilişkilerin esneklik ve kapsayıcılık kapsamında inançlarımızla ve töremizle beslenen tarihi birimimizden gelen hoşgörü anlayışını ilk önce derneğin daha sonrada Erzurum ve Türkiye’ye yayılarak dünyaya örnek olabilecek bir demokrasi anlayışını Dadaşlık kavramıyla yayılmasında üstüne düşen her türlü görevi yerine getirerek gerekli olan vatandaşlık bilinçlenmesinde örneklik edecektir.

DADAŞ OCAKLARININ AMAÇLARI

Dadaş kimliği ile ifade edilen insanlar olarak ecdadımızın kurduğu kentleri, oluşturduğu kurumları ve bize emanet bıraktığı eserleri ve toplumun geçmişinden gelen üretim biçimlerini, örf ve adetleri, folkloru, mutfağı ve konuştuğumuz dilin ve yaşadığı coğrafya ve çevresindeki etnografyanın geçmişine kurulan sağlam bir köprü olarak muhafazasını yapacağız. Bu köprü üzerinden bugünün sorunlarının tespitini yapıp, çözümlerini bularak ve doğruları yarının yetişkini olan bugünkü çocuklara aktararak, mutlu ve güvenilir bir geleceğe taşıyacak, bilgi, tecrübe birikimi, değişim ve gelişim imkânlarına sahip olunması Dadaş Ocaklarının önemli bir amacı olacaktır.

Dadaşlık bilincinin, Erzurum tarihi, kültürü ve toplumsal sorumluluk şuurundan ayrılamaz. Dolayısıyla bugünde Dadaşlık bilincinin muhafaza edilebilmesi için bu şuurun Erzurum halkının arasında yayılmasını sağlamak Dadaş ocaklarının bir başka önemli amacı olacaktır.

Erzurum’un şehir, ilçe ve köylerinde toplanacak olan Dadaşlar, yerel tarih ve kültür araştırmacıları ile yerel kalkınmaya öncelik ve yerel demokrasiye önem verenlerle el ele vererek, Erzurum’un tarihi, kültürü ve doğal varlıkları ile ekonomik olanaklarını inceleyerek ve araştırarak, yerel demokrasi ve hemşerilik kültürünün gelişmesini ve küreselleşen dünyada, Dadaşlık şuuru ile nitelendirebileceğimiz vatandaşlık kavramının oluşmasına katkı sağlamak Dadaş ocaklarının önemli amaçlarından biri olacaktır.

Dadaşlık benzer diğer kavramlardan farklı olarak bir kentsel kimliği ifade etmektedir. Dolayısıyla kentsel kimlik ideali içerisinde bir ideadır ve bu Erzurum şehrinin belleği içindedir. Dadaş bir şehirli olma hakkının simgesidir. Bu çerçevede Dadaş aynı zamanda yaşamış olduğu şehrin tarihinden gelen değerlerinin bulup ve korumakla ve bu değerlere uyumlu yeni zenginlikler katarak yaşadığı şehre sahip çıkan ve bu şehrin sorunları üzerinde düşünüp çözüm üretir. İşte bu şuur içerisinde olan Dadaş ocakları şehircilik kavramının gelişmesine katkı sağlamak amacını gerçekleştirecektir.

Ciddi ve akademik değerlere uygun bir şekilde yapılacak olan tarihi, kültürel, iktisadi ve şehirciliğe yönelik çalışmalara katkı sağlamak Dadaş ocaklarının ayrı bir amacı olacaktır.

DADAŞ OCAKLARININ İLKELERİ

Dadaş Ocakları toplumla dayanışma içinde, bilimsel ve entelektüel bir tutum izleyecektir.

Dadaş Ocakları bir baskı grubu olmayacak ama aynı zamanda Erzurum’un stratejik planlarının hazırlanmasında, sorunların tespitinde ve çözümünde inisiyatif alan bir örgütlenme anlayışında olacaktır.

Dadaş Ocakları, çalışmalarını yürütürken, sivil toplum örgütleriyle ve diğer resmi ve özel kurumlar ve kişiler ile işbirliği yapacaktır.

Dadaş Ocakları, kamu kurumlarının yetki ve ilgi alanına giren konulardaki faaliyetlerinde onlarla herhangi bir çatışmaya girmeden, bunlara istediklerinde yardımcı olacak bir çalışma grubu olarak faaliyetlerini sürdürürken, bir yandan da geliştirmiş olduğu fikir, proje ve planları, kamuoyuna ve ilgili örgütlere duyurulmasına çalışacak ve özellikle yerel sorun ve çözüm önerilerinde gereken çalışmalarını yürütecektir.

Dadaş Ocakları hiçbir siyasi kimliğe sahip olmayacak ve bütün siyasi fikirlere eşit mesafede duracaktır.

Dadaş Ocakları yardımlaşma ve fikir paylaşımı şeklinde faaliyetlerini planlayacaktır.

Dadaş Ocaklarının faaliyetleri; program, proje ve plan esasıyla yürütülecek ve ilgili programı, proje ve planları yürütenlerin hiçbir şekilde parasal ilişkilere girmelerine izin verilmeyecektir.

Dadaş Ocakları özellikle şehirleşmeye yönelik çalışmalara aktif olarak katılacak, tarihi ve kültürel değerlerin ve tabiat varlıklarının korunması, yaşatılması, araştırılması ve bunların ekonomiye kazandırılması ve/veya ekonomik faaliyetlerin bunlara uygun olarak yürütülmesinde gerekirse taraf olacaktır.

Dadaş Ocakları; il, ilçe, belde ve köy ve mahalle örgütlenmeleri yanında ana ve yardımcı faaliyet örgütlenmeleri şeklinde en kısa sürede örgüt yapısını kuracaktır. Bu örgütlerinin başına getirilecek olanlarda aranan kriterlerin tespiti bir an önce yapılarak ilgili kişilerin atanması derhal yapılacaktır.

Dadaş Ocakları içerisinde uzlaşmazlıkları çözmek üzere bir hakem heyetinin kurulması derneğin daha sağlıklı bir şekilde yönetilmesi ve büyütülmesi açısından son derece önemlidir.

Dadaş Ocaklarının dış çevre ile ilişkilerini yürütecek olan temsilcilerinin seçilmesi ve görevlendirilmesinde gereken azami özen gösterilerek en kısa sürede temsilciler seçilecektir.

Dadaş Ocakları il teşkilatları aracılığı ile yerel tarih, demokrasi, kültür ve kalkınma çalışmalarına ilişkin tecrübelerini diğer illere de aktararak bu şekilde ülkenin kalkınması ve gelişmesi için gereken katkıyı sağlayacaktır.

DADAŞ OCAKLARININ FELSEFESİ

Dadaş Ocakları çalışmalarını yerellik üzerinde yani yerel tarih, kültür, demokrasi, ekonomi, yönetim, eğitim vb. konularda uzmanlaşarak sürdürecek ve uzmanlaşmasını Erzurum’da uygulayarak elde etmiş olduğu tecrübeyi ulusal boyutlarda, ülkenin hizmetine sunarak ulusal çapta hizmet sunacaktır. Böylece yerel olarak sürdürülen faaliyet ilk önce Erzurum’un daha sonra bütün Türkiye’nin ve dünyanın sorunlarına yönelik yerel bazda çalışan bir bütüncül anlayışa dönecektir.

Dadaş Ocakları çalışmalarında zamanı, mekânı, insanı ve hayatı bir bütün olarak ele alıp çalışmalarını buna göre sürdürecektir. Geçmiş, bugün ve yarına, dede, baba, oğul, nine, ana, kız nesil kuşaklarına, bitki, hayvan, insan, yer, gök, su, şehir, kasaba, mahalle, köy şeklinde bir bütün olarak bakacaktır. Kısacası insan ve çevresi bir bütündür. Birbirinden ayrılarak incelenemez ve çalışılamaz olduğu asla unutulmayacaktır.

Dadaş ocaklarının faaliyet konusu taş devrinden tutun cumhuriyet tarihine kadar tarih cundi mağarasından Atlama kulelerine kadar mekân, Pasin savaşından güneydoğu operasyonlarına kadar süren olaylar, sarı kız türküsünden alvar imamının divanına kadar edebiyat, Abdurrahman gaziden Fetullah Gülen’e kadar süren inanç, Çoban dede köprüsünden tabyalara kadar binalar, Kars çoban köpeğinden yerli sarısı ineğine kadar ekolojik çevreye ilişkin her şey Dadaş ocaklarının ilgi alanında olacaktır. Olmak zorundadır.

Dadaş ocakları geçmişe takılmadan, geçmişin mirası ve dokusuyla beslenip geleceğin biçimlenmesinde kendine bir rol alıp bu rolün gereğini yerine getirecektir. Bu rolünü oynarken siyasi görüş ve ideolojiden temizlenerek ama bilinçli, milli kimlik ve belleğe sahip olacaktır.

DADAŞ OCAKLARI NEDEN YERELLİK İLKESİNE SAHİP ÇIKIYOR?

Yerel araştırma ve çalışmalar olmaksızın bir ülkenin tam olarak gelişmesi, kalkınması ve ulus olma bilinci eksik ve yetersiz kalacaktır. Tarihi, kültürel, ekonomik, sosyal, sportif, eğitsel, ekolojik ve coğrafik araştırma ve çalışmaların ülkeye ve ulusa yönelik toplu bir bakış şeklinde yapıldığı takdirde ayrıntıları atlamak ve insanı göz ardı etmek yönünde ciddi hatalara düşecek ve tam anlamıyla başarılı olunamayacaktır. Ancak bu çalışmalar yerel şekilde ve özellikle yerel araştırmacılar tarafından yapıldığında bu tür çalışma ve araştırmalar yerel kültürü ve yerel merkezle yerli halkı kalkındırıp geliştirecek ve ulusal çaplı araştırma ve çalışmalara alternatif bir bakış açısı getirecektir.

Yerel çalışmalar Türkiye’nin vatandaşlık bilinci ve sivil toplum örgütlenmesinin yetersizliğini ortadan kaldıracağına ilişkin kanaatimiz yüksektir. Bu kanaate dayanarak şunu söyleyebiliriz ki yerel çalışmalar özellikle genç kuşakları kendi yaşam çevresi hakkında daha fazla bilgi sahibi, toplumsal olgu ve olaylara daha derinlemesine hâkim olarak bütün bir ülkeye ve topluma daha çok katkı sağlayan ve aynı zamanda üretici bir yapıya ve karaktere sahip olmalarını sağlayacaktır.

Yerel çalışmalar insanları kendileri için bir gelecek kurma çevresine yapıcı bir eleştiri getirerek örgütlenmeye sevk etme ve böylece demokrasi için olmazsa olmaz iki hususun yani vatandaşlık bilinci ve sivil toplum hareketliliğini sağlayacaktır. Buda demokrasinin temeli olan toplumsal muhalefet anlayışının yayılması için zemin hazırlayacak ve cumhuriyetin tamamlayamadığı demokratik kurumsallaşmaya hız kazandıracaktır.

Özellikle kırsal kesimlerden şehir merkezlerine doğru olan ve terör olayları ile güney ve doğu Anadolu’dan ülkenin özellikle batısına yönelik olan göç, ülke genelinde yerel kültür ve bilincin tahrip ederek, hem göç veren hem de göç alan bölgelerde, şehir, kırsal, etnik ve toplumsal değerleri zedelemiş ve başkalaşma oluşmasına neden olmuştur. Bu hem Anadolu’nun kültürel zenginliğini yok etme açısından hem de yerli ve göçmenler arasında bir çatışma ve hoşgörüsüzlük ortamına yol açmakta bireyleri birbirlerinden şüpheye düşürmüş ve güvensizlik üzerine kurulu bir toplumsal yapının oluşmasına neden olmuştur. Bireylerin kendilerini; etnik, kültürel veya bağlı bulunduğu toplumsal olgu ile ifade etmeye başlamış, şehirli olma, vatandaş olma ve bireysel kimliği ile ifade edememiş ve buda özellikle organize suç örgütlerinin işine yaramıştır. Yerellik esasına üzerine dayanan çalışmalar, ilk önce insanlara, bireyliklerinin sonra yaşadığı yer daha sonrada vatandaşlık bilincini kazandırarak ülkenin birlik ve beraberliği için önemli bir katkı sağlayacaktır.

Özellikle kentlere sonradan göç eden ve yeterli maddi imkânlara sahip olmayanların yerleştikleri varoşlar ve gecekondu bölgelerinin hem şehircilik açısından hem de kültürel politikalar açısından ciddi sorun oluşturmaları nedeniyle yerel bakış açısıyla buradaki sorunları tespit edilerek, bilinçli ve geleceğe yönelik çalışmalarla bu bölgelerin ve kültürel yapının şehir içinde eritilmesi ve bütün hemşerilerin bulundukları yerleri ve mekânları benimseme, sevme ve kendini o yere ait olma hissini kazandırarak yerel kültürü, yeni gelen bireylere benimseterek kendilerine ait getirdikleri kültürü unutturmadan yaşamalarını sağlayarak bu sorunun çözülmesi şehircilik faaliyetleri içerisinde çok önemli bir yer kazandıracaktır.

ŞEHİRLİ KİMLİĞİ

Tarih boyunca her medeniyetin ve devletin kendine ait bir şehir ve şehirlilik anlayışı olmuştur. Bugün cumhuriyetimizde kendine ait bir şehir ve şehirli kimliği anlayışı oluşturma gayreti içerisindedir. Ancak bu gayret ve çalışmalar tarihi mirasa sırt çevirerek ve yerellikten uzak merkezi politikalarla, yeterli şehirli ve yerellik kültürüne sahip olmayan idarelerce yürütüldüğünden maalesef şehir kültürü yok edilmeye başlanmış ve yerine bulunduğu yere ait olmayan, içinde yaşayanların yabancılaştığı ve alışamadığı bir şehir dokusu ortaya çıkmaya başlamıştır. Her şehrin kendine ait olan kentsel kimlik ve doku tahribata uğramış, buda şehirliler arasındaki farklılığı kaldırmış ve kültürel zenginliği tehdit etmeye başlamıştır.

Bir kentin geleceğinin gelişmesi ve kalkınmasını belirlemek, ancak iktisadi, sosyal ve kültürel gelişmesini sağlamak, şehir kimliğine sahip çıkmak, yaşamak ve yaşatmakla mümkün olur. Buda ancak şehrin kültürünü, tarihini bilmekle mümkün olur. Şehir kimliği sadece içinde yaşayan insanlarla oluşmaz ve yine sadece içinde bulunan binaların güzelliği ve gelişmişliği, caddelerin genişliği, kaldırım taşları ile olmaz. Şehir kimliği bütün bunların bir araya gelmesi ve içinde barındırdığı maddi ve manevi değerlerin bilinip istenilmesi ve gelecek nesillere aktarılması ve dışarıya aktarılması ile saklanılır.

Zaman içerisinde ağır bir kentsel tahriple karşılaşan Erzurum kendine ait şehir kimliğini kaybetmek üzere olan şehirlerden birisidir. Bu kimliğin bütün tahribata rağmen bu kimliğin izleri hala görülmektedir. Binlerce yıllık tarihi ve kendine ait kültürel ve sosyal yapısı ile sahip olduğu ama yeterince işletilmeyen iktisadi ve sosyal kaynakları ve zenginlikleri ile Erzurum’un şehir kimliğini ve Dadaşlığı bu izler kaybolmadan yeniden tanımlamak ve tanıtmak gerekmektedir. Erzurum ve Dadaşlık bunu fazlasıyla hak etmektedir.

ŞEHİRLİ OLMA HAKKI

Şehir kimliği şehrin ismiyle ayrılmaz bir bütündür. Şehir isminin değeri şehrin in imajı ile belirlenir. Bu imaj şehrin tarihi mirası, kültürel birikimi ve coğrafik yapısı ve ekolojik denge ile iktisadi gelişmişliği ile şekillenir.

Tıpkı bir insanın soy ismiyle geçmişini geleceğe aktardığı gibi, şehirlerde geçmişten gelen özelliklerini ve şehirsel belleğini koruyarak, geleceğe aktararak varlığını sürdürür.

Şehirli olma hakkının en önemli iki temel unsurundan biri şehirlinin, kimliği olan bir şehirde yaşaması iken diğeri ise tarihsel miras ve geçmişten gelen, tarihi, kültürel mirasla uyumlu nitelikli mimarlık değerlerinin bulunduğu bir çevrede yaşamadır. Bu iki husustan ilki yaşadığı şehre aidiyet duygusu iken diğeri de yaşadığı kenti sevmedir.

Uzun bir süreçte kazanılan şehir kimliği geçmişten geleceğe aktardığı, tarihsel, sosyal, kültürel ve iktisadi değerleri ile coğrafik ve ekolojik yapısı gibi unsurlardan oluşur. Bu unsurların dışardan görünüşü yani imajı ile de bu kimlik somutluk kazanır. Bu somutluk Erzurum’da Dadaşlık ile ifade edilmiştir.

Yukarda diğer bölümler dede değindiğimiz gibi, ülkemizde maalesef kentleri farklı kılan hususlar ve unsurlar yok edilmeye ve dolayısıyla kültürel, tarihi ve ekolojik zenginliğimizde tahribat oluşmuştur.

Şehirli olma hakkının gündelik hayatta kendini hissettirdiği nokta yaşamış olduğu şehrin kendine özgün özellikleri içerisinde o şehirde yapabileceği faaliyetler, elde edebileceği kazanımlar, evi dışında sıkılmadan bir sürü alternatifler içerisinde kendini ve sosyal çevresini geliştirebileceği ortamlara sahip olarak geleceğe yönelik kendini geliştirerek ve çocuklarını yetiştirerek zevk almasıdır. Bunun yanı sıra eğitim, sağlık, spor, kültür, güvenlik ve kentsel hizmetleri kaliteli ve yeterli bir şekilde elde etme ve bu nedenlerden dolayı bir başka şehire göç etme ihtiyacını duymamasıdır. Bu şehir kimliği içerisinde yaşam kalitesinin yükseltilmesidir.

Şehirli olma hakkının kullanılması şehirlilerin, şehre yönelik politika ve hizmet üretenler ile şehir yönetimine talip olanlara şehir kimliği çerçevesinde ve yerel demokratik ilkelere uygun olarak şehirli hassasiyetlerini hissettirmelerine bağlıdır. Çünkü bir şehrin asıl sahipleri, mirasçıları, koruyucuları ve geliştiricileri şehir sakinleri ve o şehri sevenlerdir.

Dadaş Ocakları Erzurum’da bu hassasiyetin oluşması ve oturması için ileri bölümlerde belirteceğimiz konularda ve bu konulara ilişkin çalışma yürütecek olan faaliyet grupları ile üreteceği fikirler ve projeler ile şehir halkı ve yönetimi arasında bir köprü oluşturacaktır.

KIRSAL KİMLİK

Her kültürün iki kimliği vardır. Biri yukarda değindiğimiz şehir kimliği, diğeri ise kırsal kimliktir. Bu iki kimlik ve kesim birbirini tamamlar ve bütünler.

Şehirsel yaşam için ihtiyaç duyulan birçok hayati değerler kırsal kesimden elde edilmekte ve ekonomik faaliyetlerinin ham madde kaynakları buradan elde edilmektedir. Kırsal kesim şehrin yaşam kaynağıdır.

Kırsal kesimde yaşam şehir yaşamının aksine daha fazla diyaloğa, dayanışmaya, birlik ve beraberliğe ihtiyaç duymaktadır. Bu nedenle kırsal kesimin daha fazla insana dayanan kendine ait bir kültürel zenginliği vardır.

Ekolojik denge ve zenginlik kendisini bu kesimde daha fazla göstermekte ve buradaki insanlarca daha fazla önem verilmektedir.

Bugünkü modernleşme ve zirai politikalar kırsal kimliği yok etmekte ve şehir kültürünün tahrip olduğu gibi kırsal kültürü de tahrip etmektedir

Uygulanan politikalar neticesinde kırsal kesimden kentsel alanlara yapılan göç şehirlerde varoşlar ve gecekondu sorunlarını ortaya çıkartmış, toprağından kopup gelen köylü şehrin gerektirmiş olduğu mesleki ve kültürel donanıma sahip olmadığı için işsizlik ve şehir yaşamına uyum sağlayamama batağı ve kâbusuna düşmüştür. Bu özellikle Erzurum gibi sanayisi olmayan ve kişisel gelişim olanaklarının dar olduğu şehirlerde çok ciddi sorunlara neden olmuş bir sosyal ve güvenlik problem halini almıştır.

Kırsal kültür ve kimlik ekolojik değerler ile ve dengelerle çok yakından ilişikli olup bu bölgedeki göç bu değerlerin tanınması ve korunmasına engel olmakta tarımsal modernleşme ve bilinçsiz sanayileşme ile de yok edilme sürecine girmiştir. Artık Anadolu’nun kendine özgün bitki ve hayvani gıda çeşitliliği yok olmaya başlamış ve elde edilen gıdalar doğallığını yitirerek ciddi sağlık sorunlarına ve ekolojik zenginliğimize darbe vurmuştur.

Tarım arazilerindeki dağınıklık tarımsal politikaların başarıya ulaşmasına engel olmuş ve buda kırsal kesimin kalkınmasına engel olmuş ve tarımda gerileme sürecine girilmiştir. Son dönemde hayvancılık sektöründe yaşanmış olan sıkıntılarda ayrı bir sorun kaynağıdır.

Kırsal kimlik ve kültürün korunması için bilinçli ve ciddi bir tarım reformu ile birlikte köylüye gereken zirai donanım ve teknik bilgi sağlayarak ve Anadolu’nun kendi yerli bitki zenginliğine dayanarak üretilen yerli tohumlar ile arazi toplulaştırması ve köy kooperatiflerinin geliştirilip desteklenmesi ile kırsal kesimin kalkınması sağlatılmalıdır. Aynı zamanda kırsal kesime yönelik olarak eğitim, sağlık, kültürel vb. politikalar üretilerek asgari hizmetlerin sunularak buradaki yaşam kalitesinin artırılması gerekmektedir.

Dadaş ocakları Erzurum kırsalı üzerine sorunların tespitini yaparak bunlara ilişkin çözüm önerileri geliştirerek ve bitki zenginliğini araştırıp en azından yerli tohum çeşitliliği hakkında bilimsel çalışmalar ve üretim yapılması, yerli hayvan ırklarının ıslahı ve tescilinin yapılarak, organik hayvancılığa geçilmesi yönünde kamuoyunu bilinçlendirmek ve gereken kamuoyunu desteğini sağlamak için gereken gayreti gösterecektir.

DADAŞ VE KADİM ŞEHİR ERZURUM

Erzurum, jeopolitik konum ve tarihi miras itibariyle bir dünya devleti olan Türkiye’nin doğuya ve Kafkasya ile Orta Asya’ya açılan penceresidir. Türkiye jeopolitik konum itibariyle Balkanlara, Karadeniz’e, Baltık denizi, Kafkasya, Orta Asya, Akdeniz ve orta doğuya politika üretmek ve buralara kültürünü, ekonomisini ve tarihini taşımak zorundadır. Erzurum Türkiye’nin bu mirasını ve zenginliğini özellikle Kafkasya ve Batı Rusya ile Orta Asya’ya taşıyabilecek bir merkez olma kabiliyetine sahiptir.

Erzurum ruhu olan bir kültür merkezidir. Bu ruh dadaşlıktır. Kadim şehrin asıl ve asil sahibi olan Dadaşlar ve onun yaşam tarzı olan Dadaşlık Türkiye’de uygulanan yanlış ve bilinçsiz kalkınma, eğitim ve kültürel politikalar ile rejimin uygulanış sisteminde kaynaklanan sorunlar nedeniyle ve uygulanan yanlış kentleşme politikaları yüzünden ağır darbe yemiş Erzurum’un ruhu tıpkı bedeni gibi yok olmaya başlamış, toplumda bir yozlaşma yaşanmaya başlamıştır.

Kadim şehir, insan ve mekânın zamanla bütünleştiği tarihsel olguların ve dinamiklerinin geçmiş izlerini içinde barındıran, tarihi ve kültürel bir merkezdir. Bu merkezin şehir mirası öksüzlüğünden dolayı yağmalanıp, hor kullanılarak heba edilmektedir.

Kadimliğin, mirası, sokaklarında, mahallelerinde ve evlerinde kullanılan mimari yapısı, çeşmelerinden akan su, medreselerindeki ilim ve hamamlarının sadeliği, camilerinin manevi havası ile folkloru, türküleri ve edebiyatıdır. Bu miras bilinçli veya bilinçsiz olarak yok edilmekte, unutulmakta, kaybedilmekte ve çalınmakta kimliği ve belleği silinmektedir. Şehircilik adına yapılan bu menfi çalışmaları yapanlara ve destekleyenlere ise bu şehrin sakinlerince sizlerde kimsiniz diye sorulmamış ve bu kadim şehrin mirasına sahip çıkılmamıştır.

Bu miras üzerinde yükselmesi gereken modern Erzurum maalesef bilinçsizce uygulanan, şehircilik, imar, ekonomik ve kültürel politikalar sonucunda mirasından uzaklaşmış ve ruhunu kaybetmeye başlamıştır. Hem yurt içi hem de yurt dışında bulunan etkinlik bölgesinde liderlik özelliğini kaybetmeye başlamıştır. Bugünün dünyasında artık ülkeler ekonomileri ve askeri güçleri ile değil benzer özellikli şehirleri ile de rekabete başlamıştır. Dolayısıyla bölgesinde liderliğe soyunan Türkiye’nin Erzurum’a yönelik uygulanan yatırım kararlarında tarihi ve kültürel mirasını dikkate alarak Erzurum’un ekonomik olanaklarını geliştirici projeler üretmek zorundadır. Bu nedenle Dadaş Ocakları olarak Erzurum için geliştirilecek politikalarda görüşlerimizi ilimizin ve etkinlik bölgesindeki her türlü kesiminin fikrini birleştirerek yansıtmak zorundayız. Bu zorunluluk içinde kaybolan ve yozlaştırılan Dadaşlık tarihi süreç içerisinde gelen ruhu ile yeniden buluşarak Dadaşı geçmişinden alıp geleceğine taşıyacaktır.

Dadaş Ocakları, geçmişe dönük bir nostalji döngüsüne esir olmadan ama geçmişin mirası ve dokusuyla beslenip geleceği biçimlendirecektir. Dadaş Ocakları Dadaşlık mirasına sahip çıkarak, tarihi olan bu şehri; kim, nerede, ne zaman, nasıl sorularına cevap vererek geleceğe taşıyacaktır. Dadaş ocakları insan ve mekânı; kültür, spor, siyaset, ekonomi, coğrafya ile birleştirerek inceleyecektir. Bundan dolayı Dadaş Ocakları, ister suyu aksın ister akmasın mahallemizdeki, köylerimizdeki asırlık çeşmeleri, köhnemiş tarihi evlerinin, kitabeleri, kaleleri, medreseleri, camileri, mescitleri, mezar taşlarını, elbiseleri, fotoğrafları, çanak çömlek vb. eskiye ait olan ve Erzurum kültürü, tarihi ve mirasına ait insan dair ne varsa değerlendirerek, Erzurum ruhunu muhafaza ederek geleceğin büyük ve gelişmiş ilin ve şehrinin kavgasını yapacaktır.

Dadaşı, bir birey olarak değil, onu Dadaş olarak yetişmesine neden olan aile, okul, mahalle, sokak, köy ve şehir gibi ortak yaşama alanlarında, doğup, büyümesi ele alınıp incelenmesi gerekmektedir. Böylece Dadaşlık, tüm sosyal, ekonomik ve kültürel birikim ve üretim göz önüne alınarak ortaya konulacaktır. Böylece Dadaşlık toplumsal bir değer Dadaş ise toplumsal bir varlık haline gelecektir. Dadaşlık ruhunun, (Dadaşlık kültürünün yeniden yaşam bilinci haline getirilmesi ile) şehrin ruhu olması bilincini geçmişin izleri sürülerek, tarih, sosyal, ekonomik, kültürel ve çevresel ve inanç ile alakalı ilimlere dayanılarak yapılan çalışmalarla oluşturularak gelecek nesillere aktarılacaktır. Böylece makro düzeyde topluma hizmete yönelen bu çalışmalar mikro düzeyde de bireye hizmet edecektir.

Dadaş olarak nitelendirilen insan, toplumsal bilinç ve sorumluluk duygusuna sahip, zafiyetlerine yenilmeyerek, üstünlük kavgasına düşmeden ve aynı zamanda toplumu değiştirme kaygısı duymadan, Erzurum’un sunduğu imkânlardan sonuna kadar yararlanarak bu imkânları gelecek nesillere aktararak, kendisine ve çevresine karşı olan görevini yerine getirmek zorundadır.

Özetlersek, Dadaşlık ruhunun kaybolmaması ancak, Erzurum un kaybolmamasına Erzurum un kaybolmaması da Dadaşlık ruhunun kaybolmamasına bağlıdır.

DADAŞ GÖZÜYLE ERZURUM

Stratejik olarak Erzurum

Türkiye bugün istese de istemese de bir dünya devleti olma pozisyonundadır. Bir dünya devletidir. Bu, Türkiye’nin jeopolitik konumu, ekonomik kaynaklarının zenginliği ile tarihi ve kültürel mirasından kaynaklanmaktadır. Bugün Türkiye Kara denizde, Balkanlarda, Kafkasya da, Orta Asya da, Orta doğuda ve Akdeniz de varlığını his ettirmekte ve bu coğrafyaya yönelik politikalar geliştirmektedir. Tabii ki bu da Türkiye’yi dünyanın bu coğrafyası üzerinde politika üreten ABD, AB, Rusya, Çin, İngiltere, Almanya ve Fransa gibi uluslararası aktörler ile bir taraftan rekabete diğer taraftan ise ittifaka zorlamaktadır. Tam olarak ekonomik kalkınma ve buna bağlı olarak ta sanayi ve askeri gelişimini sağlayamaması ve demokratik gelişimini tamamlayamamasından dolayı bölgede uygulamış olduğu politikalarda uluslararası dengeleri gözetmek zorunda kalmaktadır

Erzurum coğrafya olarak İran, Kafkasya ve Anadolu’nun buluştuğu bir mevki üzerindedir. Ekonomik, kültürel ve idari olarak Erzurum ilinin art bölgesi içerisinde yer alan Erzincan, Kars ve Ağrı illeri üzerinden bugün dünyanın değer verdiği bu coğrafyada bir bağlantı noktası halindedir. Erzurum ilinin bu özelliği nedeniyle dünya devleti olan Türkiye’nin önemli bir ili ve şehri olarak ön plana çıkmaktadır. Bugünün dünyasında Türkiye gibi dünya devleti olma yönünde ilerleyen ülkeler sadece, ekonomileri ve askeri güçleri ile değil aynı zamanda kültürleri, teknolojileri, sportif başarıları, sanatsal değerleri ile dünya üzerinde ki rekabetlerini sürdürmektedirler. Bugün bu rekabet unsurlarına şehirlerini de katmakta ve benzer olan şehirlerine birbirleri ile olan benzerlik ve farklılıklarını ön plana çıkartarak bu rekabet yarışlarına katmaktadırlar.

Bugün Erzurum stratejik önemi büyük olan Türkiye’nin stratejik önemi büyük olan bir ili ve şehridir. Erzurum sadece stratejik önemi ile değil tarihi geçmişi ile yükselen büyük bir kültürel mirasa, Dadaşlık mirasına sahiptir. Erzurum aynı zamanda tarihten gelen kültürel mirası üzerine kurulan ve ülkemizin ve aynı zamanda bölgemizin en önemli üniversitelerinden birisine ev sahipliği yapmaktadır. Yine bu kadim şehir bağrında birçok sanatsal değeri yüksek olan ve Türk İslam medeniyetinin ilk dönem izlerini taşıyan tarihi eserleri barındırmaktadır. İlin başta organik hayvancılık, organik arıcılık, madencilik, enerji nakli ve turizm gibi birçok ekonomik kaynaklara sahip olduğu bilinen bir gerçektir. Erzurum’un ikliminden dolayı kış sporları merkezi olması yönünde önemli yatırımlar ve tanıtımlar yapılmış olup aynı zamanda rakımından ve yaz sıcaklığının uygunluğundan dolayı birçok spor dalına yönelik uluslararası spor kamları olma özelliğini içinde barındırmaktadır.

Görüldüğü gibi ilimiz ve şehrimiz Türkiye’nin dünya devleti olma yönünde ilerlemek için atmış olduğu adımlarda Kafkasya Orta Asya ve Orta doğu ile Rusya başta olmak üzere Dünya üzerinde ön plana çıkabilecek ve Türkiye’nin önemli cazibe merkezlerinden birisi olabilecek imkânlara sahiptir.

ERZURUM VE EKONOMİ

Erzurum ilimiz birçok ekonomik kaynağa sahiptir. Bu kaynaklar bir sektörün değil birçok sektörün ilimizde ve şehrimizde gelişmesine elverecek ölçülerdedir. Ancak bu imkânlar bugüne kadar işletilememiştir. Bundaki en önemli nedenlerden bir tanesi 1980 öncesi uygulanan ve devlet korumacılığı altında gelişen ekonomik uygulamalardır. Bu uygulamaların temelini oluşturan ekonomik bölge uygulaması neticesinde Türkiye de sanayi ve ekonomi, İstanbul, Sakarya, İzmit ve Bursa illeri içerisinde hapis edilmiş olup bu illerin dışında ekonomik ve sanayi kalkınma sağlanamamıştır. Bu uygulama neticesinde Erzurum da başta sermaye olmak üzere ekonomik kaynaklar dışarıya kaçmış ve hızlı bir göç olayı ile karşı karşıya kalınmıştır.

Erzurum ilinde ekonomik kalkınmanın gerçekleşmemesindeki diğer önemli nedenlerden bir kaç tanesi de Erzurum’un ekonomik kaynaklarının tam olarak tespit edilmemesi, rekabet analizinin yapılmaması, Pazar araştırmasının yetersizliği, Erzurum’un lokomotif sektörünün, tespit edilmemesi, en yakın piyasaya göre üretim ve pazarlama stratejisinin uygulanmamasıdır. Bu engellere ilave olarak kurumsallaşma ve markalaşmaya yönelik yerel şirketlerin bir gayretinin olmaması, ortaklık anlayışının gelişmemesi, ticarette profesyonelleşme ve profesyonel destek alma yönünde eksiklerin olması Erzurum’daki ekonominin gelişmesindeki en önemli engellerin içerisinde yer almaktadır.

Erzurum ekonomisinin bir başka ciddi sorunu ise yeterli miktarda yetişmiş eleman ve ara eleman ile teknik elemanın olmamasıdır. İlimiz ve şehrimizde yapılan meslek edindirme kursları maalesef Erzurum’un ekonomik yapısının ihtiyacına cevap vermekten uzak bir yapıdadır. Aynı şekilde ülkemizin çeşitli üniversiteleri ve meslek okullarından mezun olan gençlerimiz diplomaları ile nasıl para kazanacaklarını bilmemekte ve sağlıklı işleyen bir iş piyasasına sahip olamadığımız için iş bulmaktaki güçlükleri bir kat daha artmaktadır. İlimizin Türkiye’nin sanayi bölgesi olarak nitelendirilen İstanbul, Kocaeli, Sakarya, Bursa bölgesinden uzak olması ile söz konusu güçlük Erzurum ve Erzurum’un art bölgesi için çok daha ağır bir sorun haline gelmektedir.

Erzurum ticaret odası başta olmak üzere ticaret birliklerimizin kayıtlı üye sayısının fazlalığı dikkat çekicidir. Bu ilimizde kayıt dışı ekonominin önlenmesinde başarılı olunduğu anlamına gelmektedir. Erzurum içerisinde köklü geçmişe sahip kurumlara sahip olması Erzurum’un ekonomik gelişmesi için önemli bir avantaj sağlamaktadır. Buna meslek gruplarının çeşitliliği ilave edildiğinde ekonominin gelişimi için ciddi bir ortamın Erzurum’da bulunduğuna dair ümitlerimiz artmaktadır. Erzurum’da köklü bir üniversitenin bulunmasının yanı sıra Erzurum Teknik Üniversitesi adı altında yeni bir üniversitenin açılması da ekonominin gelişmesine yönelik ciddi bir avantaj sağlayacaktır.

Erzurum ve çevresi organik hayvancılık, arıcılık ve meyvecilik için ideal bir konumdadır.

Erzurum hayvancılığın baş şehri olmaya aday olmasına rağmen maalesef Türkiye’nin tarım ve hayvancılık politikalarında, geçmişten gelen ve birikerek artan yapısal sorunları nedeniyle, yeterli düzeyde başarı sağlanamamış ve son dönemlerde bütün Türkiye’de olduğu gibi Erzurum ve çevresin de de tarım ve hayvancılık sektörlerinde ciddi sorunlara yaşanmaya başlamıştır. Özellikle Erzurum ve çevresinde yapılması gereken otlak üzerine bina edilmesi gereken hayvancılık yerine uygulanan teşvik politikaları neticesinde hayvancılığın kapalı alan besin hayvancılığına döndürülmesine çalışılmaktadır. Buda Erzurum için çok önemli olan hayvancılığın organik olmadan çıkarak endüstriyel hale dönüşmesine neden olmakta ve bölge halkının ekonomik koşullarına uygun olmayan teşvik şartları ile bölgenin hayvancılık rantını dengesiz bir şekilde bölge ile ilgisi olmayan büyük sermayenin eline geçirecek ve bölgede fakirliği ve işsizliği artırıcı bir etki gösterecektir. Erzurum ve çevresinde hayvancılığın yeterli düzeyde gelişmemesinde sermaye yetersizliğinin yanı sıra yanlış uygulanan ve geçmişten gelen bilimsel uygulamalara aykırı bakım tekniklerinin halk tarafından terk etmemesi de etkin olmuştur. Bölgede hayvancılık ile uğraşan besicilere yönelik gerekli olan eğitici ve bilinçlendirici çalışmaların yapılmaması bunların yanı sıra bölgenin coğrafik ve iklimsel koşullarına uygun yerli hayvan ırklarının ıslahı yerine bu koşullara uygun olmayan hayvan ırklarının getirilerek hayvancılığın geliştirilmeye çalışılması bölgedeki hayvancılık sektörüne ağır darbe vuran hususlar olmuştur. Bölgedeki otlak ve meraların kalitesinin ve miktarının yeterli ölçüde artırılmaması ve var olanlarında korunamaması bölgede hayvancılığı önemli ölçüde tehdit eden unsurlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu yapısal sorunlarının yanında organik hayvancılık için gerekli olan Pazarlama, markalaşma, menşe ve et işleme tesislerinin nitelik ve niceliklerini artırmaya yönelik çalışmaların yapılmaması ve bu yönde bir stratejinin belirlenmemesi Erzurum ve çevresinin ekonomik gelişmesine yönelik ciddi bir darbe vurmaktadır.

Erzurum ve çevresinde özellikle ilkbahar ve yaz döneminde yetişen çiçek çeşitliğinin fazlalığı ve yaz sıcaklığının düşük olması organik arıcılığın gelişmesi için gerekli olan elverişli koşulları sağlamaktadır. Buna rağmen ilimiz ve çevresinde organik arıcılık için gerekli olan eğitim, teşvik, teknik destek, pazarlama ve markalaşma ile menşei belirleme ve sertifikalaştırma çalışmaları yapılmamakta, tahminen yıllık 250 milyon dolar gelir getirecek bu sektör ihmal edilmektedir.

Erzurum’un Karadeniz iklimin tesir etmiş olduğu ilçelerimizde organik meyveciliğe elverişli bir ortam bulunmaktadır. Bu kesimde yapılacak olan iyileştirme çalışmaları ile elde edilecek olan meyve miktarı artırılarak özellikle bebek maması ve kahvaltı ürünleri piyasasına hitap edecek imkâna sahiptir.

Erzurum ilimizin iklim koşulları aynı zamanda kümes hayvancılığına da elverişli olmakta ve yeterli pazarlama ve markalaştırma çalışmaları ile önemli bir ekonomik aktivite olarak ilimiz ve bölgesinin ekonomik zenginleşmesine katkı sağlayabilecektir.

Erzurum geniş tarım alanları ile zirai faaliyetlere elverişli olmasının yanı sıra arazisinin kimyasal ilaçlar ve gübreler ile fazla kirlenmediğinden organik tarıma uygun imkânlara da sahiptir. Ancak yaz gün sayısının on gün altıda olmasından dolayı organik sebze ekimi için uygun değildir. Bununla beraber başta yem bitkileri olmak üzere birçok hububat ve diğer zirai ürünlerin yetiştirilmesi mümkündür. Tarım alanlarına karşılaşılan en büyük güçlük, hayvancılık sektöründe de yaşanan optimum noktadan uzak üretimin yapılması ve gerekli olan menşei ve pazarlama sorunlarının aşılamamasıdır. İlimiz tarımı için ciddi bir diğer sorun ise şeker pancarı ekilmesi yönünde sınırlamaya neden olan şeker fabrikasını üretimini kısıtlayan kararın uygulanmaktan vaz geçilmemesidir. Tarım sektörünün tüm yurtta olduğu gibi ilimiz ve bölgesinde de karşımıza çıkan dağınık arazi sorununun bir an önce arazi toplulaştırması ile aşılması gerekmektedir.

Erzurum’da imalat sektörünün yeterli ölçüde gelişmemesi bölgenin de kalkınmasına ciddi bir şekilde engel olmaktadır. Başta işsizlik olmak üzere bölgenin birçok sorununun aşılması ancak imalat sektörünün kurulması ve geliştirilmesi ile mümkün gözükmektedir. Bu sektörün en ciddi sorunlarından ilki yeterli sermaye birikiminin olmamasıdır. Bu sektörün diğer bir ciddi sorunu ise Erzurum ve çevresinin hammadde portföyünün tam olarak tespit edilmemesi ve mevcut olan imalat sektörünün ihtiyacı olan ara üretim yapan orta ölçekli işletmelerin ve ambalaj sektörü üzerinde faaliyet gösterecek yeterli sayıda işletmenin olmamasıdır. İmalat sektörünün Erzurum ve çevresinde gelişmemesinin bir diğer nedeni pazar bölgesinin tespiti üzerine gereken bilgiden mahrum olmalarıdır. İmalat sektörümüzün gelişebilmesi için gereken diğer önemli bir husus ise bölgede yatırım yapmak isteyenlerin yatırım kararlarını hangi konu üzerinde yapmaları gerektiğini bilememeleridir. Bu konuda başta kalkınma ajansı ve Erzurum Ticaret odasının çalışmaları olmasına rağmen iş adamlarımız gerekli rehberlik hizmetlerini alamamakta yakınmaktadırlar. İmalat sektörümüzün gelişimi için gerekli olan diğer bir husus ise yetişmiş iş gücü temininde karşılaşmış oldukları zorlukların aşılmasıdır. Maalesef imalat sektörümüzün ilimizde bulunan temsilcileri ihtiyaç duydukları yetişmiş personeli Erzurum ilinden temin edememekte dışarıdan getirmektedir. Bu da işçilik maliyetlerini yükselmektedir. Aynı zamanda yetiştirilmek için alınan niteliksiz personel kalifiyeli eleman oluncaya kadar alacakları asgari ücreti beğenmemekte ve gerekli olan sebatı göstermemektedirler. İlimiz imalat sektörünün sıkıntı yaşadığı diğer bir husus ise ülkemizin, ekonomisinin gelişmiş olduğu illerinden uzak bir bölgede kalmasıdır. Bundan dolayı hem hammadde ve ara madde hem de Pazar bulma konusunda zorluk çekmekte ve şimdiye kadar deniz ile olan bağlantısının sağlanmaması ve aynı zamanda hızlı bir demiryolu hattına sahip olamamaktan dolayı dışarıya açılamamaktadır. (OVİ tünelinin açılması ile Erzurum’un deniz ile bağlantısının sağlanmasına yönelik çalışma son derecede önemli bir projedir.) Bölgelerin özellikleri dikkate alınmadan uygulanan teşvik politikalarından dolayı avantajlı bir konuma geçemeyen bir bölgede olmasından dolayı ilimizde imalat sektörünün geliştirilmesinde teşvikler pek işe yaramamıştır.

Erzurum zengin maden rezervlerine sahip olmakla birlikte bunların ekonomiye kazandırılması şimdiye kadar mümkün olmamıştır. Bunda madencilik için gerekli olan bilgi ve sermaye gereksiniminin yeterli olmaması yatmaktadır. Erzurum ilinin madenleri arasında şunları sayabiliriz; linyit, bakır, kurşun, çinko, cıva, diyatomit, jips, krom, manganez, manyezit, mermer, perlit, şelit, tuğla, kiremittir. Özellikle perlit inşaat ve tarım sektörünün hammaddesi olup dünyada en çok üreten ABD’nin elindeki rezerve eş değerde rezervin Erzurum’da olduğu ileri sürülmektedir.

Erzurum ekolojik zenginliği neticesinde ecza sektörünün ve Attarlar tarafınca aranan birçok bitki türüne ev sahipliği yapılmakta ve bunların basit toplayıcılık tarzında değerlendirilmesi halinde yıllık 500.000 dolar şehir ekonomisine katkı sağlanabileceği araştırmalar tarafınca ileri sürülmektedir.

Erzurum ekonomisinin bir başka ayağını turizm oluşturmakta olup bu sektörün ön plana çıkan alt sektörü kış turizmi olmaktadır. Erzurum sahip olmuş iklim nedeniyle kış sporu ve turizmi için gerekli olan hususiyetlere fazlasıyla sahip olmakla beraber henüz istenilen seviyeye gelmemiştir. Özellikle 2011 üniversiteler arası kış oyunlarının Erzurum’da yapılması ile uluslararası tanıtımı yapılan Erzurum kış turizminin yanı sıra kültür, kongre, sağlık, rafting, arkeolojik ve tarih ile doğa turizmi için elverişli imkânlara fazlasıyla sahiptir. Erzurum turizm pazarlaması yönünden 30 yıl önceki Antalya ile benzerlikler göstermektedir. Ancak Antalya’nın pazarlanmasında yapılan hataların benzerleri bugün Erzurum’un tanıtılması ve pazarlanmasında da yapılmaktadır. Otuz yıl önce Antalya yerine sahili, güneşi ve Denizi ön plana çıkartılarak pazarlanmışsa bugünde Erzurum’un özellikle kış turizmi için yapılan pazarlama ve tanıtım çalışmalarında Palandöken Dağı, kar ve kış ön plana çıkmakta Erzurum palandöken markasının altında bırakılarak ön plana çıkartılmamaktadır. Bu özellikle Erzurum’a zengin ve yaşam kalitesi yüksek turistlerin gelmesine engel olacak ve gelenlerinde şehir ekonomisine katkı sağlamasını sınırlayacak bir pazarlama ve tanıtım stratejisi olduğu açıktır. Önemli olan Erzurum ile birlikte palandöken dağının tanıtılması, Erzurum ve çevresinin, kültürel, tarihi mirasının yerel mimarinin ön plana çıkartılarak ve alternatif turizm imkânları ile birlikte pazarlanması ve tanıtılması gerekmektedir. Erzurum’da turizmin gelişmesine engel olan diğer bir husus ise şehrin çarpık kentleşmenin esiri olması tarihi ve kültürel dokunun tahrip edilmesi ve modern şehircilik hizmetlerinden gereği gibi faydalanamamasıdır. Erzurum ilinin ve çevresinin yeterli yatak imkânına sahip olmaması turizm açısından ciddi yatırımların yapılmasını gerektirmektedir. Aynı zaman da bölgemizde yeterli seviyede turizm sektöründe istihdam edilecek yetişmiş eleman olmaması ve yabancı dil bilen insan sayısının azlığı turizmin gelişimiyle ilgili karşılaşacağımız sıkıntılar arasında yer almaktadır.

Erzurum, sağlıkta Türkiye’nin attığı önemli adımlar dikkate alındığı zaman hem yurt içinde hem de yurt dışında ön plana çıkabilecek bir sağlık merkezi olma özelliğini kazanabilecek potansiyele sahiptir.

Rafting sporunun Türkiye’de yapılabilecek özellikteki tek ırmağı olan Çoruh ta yapımı düşünülen elektrik santrali Erzurum ve Türkiye açısından son derece önemli olan bu coğrafik yapıyı ekolojik çevresi ile birlikte yok edecek ve geriye dönüşü olmayan bir tahribat yapacaktır. Dolayısıyla Erzurum’un turistik açıdan kıymetli olan bu zenginliği elinden alınmış olunacaktır.

Erzurum bulunmuş olduğu coğrafik konum ve sahip olduğu kültürel zenginlik ile turistik değeri ve ekonomik aktivite çeşitliliğinin fazla olması nedeniyle kongre turizmine elverişli olması hem tanıtımı hem de gelişimi açısından Erzurum’u ön plana çıkaracak önemli bir imkân olarak karşımıza çıkmaktadır

Erzurum tarihten gelen geçit noktası olma özelliği itibariyle bugün bir enerji nakil koridoru olma özelliğini kazanmıştır. Bu özelliğinin Erzurum ekonomisine katkısı daha tam olarak kendini yansıtmamış ve bu koridorun Erzurum ekonomisine katkı sağlamasını sağlayıcı projeler ve fikirler geliştirilememiştir.

Erzurum’da hizmet sektörü her ne kadar diğer sektörlere göre gelişmiş olsa da içinde barındırmış olduğu yapısal sorunlar ve kurumsallaşmada yaşanan problemler nedeniyle istenilen düzeyde gelişememiştir. Sermaye yetersizliği ve personel yönetiminde ve sunulan hizmete ilişkin yeterli kalitenin yakalanamaması nedeniyle yaşanan sorunlar bu sektörün ilerlemesine engel olmaktadır. Bundan dolayı başta kış oyunları için yapılan ihaleler olmak üzere şehir içinde yapılan büyük ihaleler Erzurum firmalarınca alınamamıştır.

Erzurum ilindeki reel asgari ücreti ülke genelinde uygulanan kanuni asgari ücretin altında kalması nedeniyle sigortalı işçi çalıştırma isteği az olmakta bundan dolayı nitelikli iş gücümüz ekonomisi nispeten Erzurum’a göre ekonomisi gelişmiş olan illere göçmektedir. Erzurum içinde istihkâm edilen nitelikli personelimiz ise reel asgari ücretin düşüklüğü nedeniyle kanuni asgari ücretin biraz üzerinde ücret ile elaman çalıştırmak isteyen bilişim sektörünün Erzurum’a yatırım yapmasına neden olmuş bu bir nebzede olsa ilimizdeki işsizlik sorununa merhem olmuştur. Ancak katma değeri yüksek olan sektörlerin ilimizde gelişmemesi nedeniyle daha yüksek ücretle istihdam edilecek olan nitelikli gençlerimiz Erzurum şartlarına göre şu anda iyi sayılabilecek bir ücretle geçinmeye çalışmaktadırlar.

Erzurum’da en aktif olan sektörümüz inşaat sektörüdür. Buna rağmen bu sektörümüzün de kendine mahsus çeşitli sorunları bulunmaktadır. Bu sektörümüzün en güçlü firması olan Er- çim san ile hazır beton ve inşaat için gerekli olan diğer çimento ürünleri üretilmekte ve tüm yurda pazarlanmaktadır. Erzurum da inşaat firmaları genelde yap sat şeklinde nitelendirilen konut sektörü ve bir miktarda büro tarzında iş yerlerinin yapılması konusunda çalışmaktadırlar. Buna rağmen ülkemizde hali revaçta olan marka konut ve iş yeri piyasası Erzurum şehrinde gelişememektedir. Bunda sermaye yetersizliği, ortaklık yolunda kurulan şirketlerin olmaması, şehircilik planlamasında imar izninin hala arsa üzerinden yapılıp şehir, ilçe, semt ve mahalle üzerinden uygulanmaması inşaat sektörünün gelişmesi önünde engel teşkil etmektedir. Şehrimizin kalkınma ve şehir geliştirme çalışmalarının başarıya ulaşması neticesinde şu anda mevcut olan binaların ekonomik ömürlerini de tamamlama süreci içerisine girmeleri ile önümüzdeki 25 yıl içerisinde yaklaşık 165,000. Konuta ve 15,000 iş yeri inşaatına ihtiyaç duyulacaktır. Bu inşaat sektörümüz açısından ciddi bir avantaj sağlayacaktır. Bu avantajı iyi bir şekilde değerlendirilmesi ve ciddi planlı yatırımların uygulanması halinde inşaat sektöründeki gelişime bağlı olarak 100 civarında iş kolunun Erzurum ve çevre bölgesinde gelişmesi sağlanacaktır.

ERZURUM VE YEREL DEMOKRASİ

Demokrasi kısaca halkın kendi kendini yönettiği bir idare sistemi olarak tanımlayabiliriz. Bu idare sisteminin temelinde halkın katılımı, çoğunluğun yönetimi, hukuk devletinin varlığı ve güçler ayrımı prensibi yatmaktadır.

Son dönemlerde dünyada sadece ulusal açıdan değil yerel açıdan da demokrasi önem kazanmaya başlamış ve özellikle Avrupa da yerel demokrasinin gelişmesi üzerinde ciddi çalışmalar yapılmaya başlanılmıştır. Ülkemizde de 1990’lardan itibaren yerel demokrasi önem kazanmaya başlanmış ve üzerinde ciddi çalışmalar yapılmaya başlanılmıştır.

Yerel demokrasinin gelişiminin ulusal çapta da demokrasinin gelişimi açısından son derecede önemli olduğu kabul edilmektedir. Özellikle yerel yönetimlerin halkın denetimine daha çok açık olması ve halk ile ilişkisinin daha fazla olması nedeniyle halkın demokratik kültür edinmesinde demokrasi okulu olarak nitelendirilmelerine neden olmuştur.

Yerel demokrasinin gelişmesi için yerel yöneticilerin halk tarafından seçilmesi ve denetimlerinin yine yerel halk tarafında seçilen ve o yerin sakinlerinden oluşturulan meclis ve konseyleri ile yapılması gerekmektedir.

Ancak ülkemizde demokrasinin gelişim önündeki engeller yerel demokrasimizin gelişimine de engel olmaktadır. Bu engellerden ilki milletvekili seçimlerinde olduğu gibi belediye başkanlarının özelliklede Büyükşehir belediye başkanlarının seçilmesinde Ankara’da parti merkezinde yer alan veya bunlara tesir edenlerin belediye başkan adaylarının belirlenmesinde önemli rol oynamasıdır. Bundan dolayı demokrasi açısından son derecede önemli olan halkın iradesi başkanlığa talip olanlarca önemsenmemeye başlanmakta daha çok parti merkezleri ve o çevreye yakın olanlara yönelik hareket etmektedirler ve yerel demokrasi gelişimi daha başından darbe almaktadır. Yerel demokrasinin gelişiminde önemli olan bir diğer engel ise yerel yönetimlerin üzerinde kurulan merkezi yönetimin vesayet denetimidir. Bu ülkemizin ağır merkezi yönetim anlayışının bir uzantısı olmakta ve halk tarafınca seçilmiş olan yerel yönetimlerin atanmışlar tarafınca denetlenmesi anlamına gelmekte ve halk iradesi üzerinde ağır bir tahribat yapmaktadır. Bu tahribatın yanı sıra yerel yönetimlerin yeterli maddi kaynaklara sahip olmaması ve bazı önemli yatırımların ancak merkezden gelecek yardımlarla yapılması ve bu yardımların Ankara’dan onaylanması yerel demokrasinin gelişiminde engel olmaktadır. Yerel demokrasinin gelişim önünde yaşanan diğer bir husus ise halkın yönetime ve hizmetlerin görülmesine katılmada gönüllük esası üzerine dayanan çalışmalara girmemesi ve toplu hareket etme bilincinden uzak durmasıdır. Bundan dolayı sivil toplum örgütleri gelişememiş ve var olan sivil toplum örgütleri gereken uzman desteğini sağlayamamışlardır. Demokrasimizi hem yerel hem de ulusal açıdan tehdit eden en önemli husus ise toplumsal muhalefet geleneğinin yeterince oluşmamasıdır. Bu eksiklik özellikle kendini yerel demokrasi açısından daha çok hissettirmektedir.

Erzurum açısından yerel demokrasiyi irdelediğimiz zaman şu hususlar dikkatimizi hemen çekmektedir. Erzurum’da belediye başkan adayları halk ve partinin yerel teşkilatlarından ziyade Ankara’dan merkez teşkilatlarca tespit edilmekte dolayısıyla halka yabancı olan ve halk ile kaynaşmayan belediye başkanları seçilmekte ve maalesef buda yerel idarelerin demokratik olma anlayışını zedelemektedir. Erzurum’da karşımıza çıkan diğer bir husus ise Belediyelerin daha fazla şehre yatırım yapılması için iktidar olan veya iktidar olmaya aday partilerin belediye başkan adaylarına teslim edilmesi gerektiğine yönelik yerleşmiş fikrin varlığıdır. Erzurum’da sivil toplum örgütlerinin hem maddi olarak hem de gönüllü esasına göre çalışacak uzman personele sahip olmamasından dolayı gerektiği gibi örgütlenememekte bırakın yerel demokrasinin gelişmesine katkı sağlamayı kendi kuruluş amaçlarına uygun faaliyetleri bile sürdürememektedirler. Erzurum yerel demokrasinin gelişimine balta vuran diğer bir husus ise güçlü bir yerel basının olmamasıdır. Bu eksiklik yerel yönetimlerin faaliyetlerinin tam ve doğru olarak Erzurum halkına yansıtılmasına engel olmaktadır. Aynı şekilde halkın tepkileri de kamuoyuna tam olarak yansıtılmamakta ve Erzurum da sağlıklı bir kamuoyu denetiminin oluşmamasına yol açmaktadır. Erzurum’un kalkınmasına ve yerel demokrasisini gelişmesine olumsuz yönde etki eden diğer önemli bir husus ise Erzurum ekonomi çevresinde ortaklığa dolayısıyla işbirliğine dayanan yatırımlardan uzak kalınması neticesinde ekonomide gereken kurumsallaşmanın oluşmamasıdır. Bu yerel yönetimler üzerinde meslek birliklerinin denetim kurmasına engel olmaktadır. Erzurum’da toplumsal muhalefet geleneğine sahip olunmaması şehrin sorunlarına karşı halkı ilgisiz ve duyarsız yapmakta böylece halkın gerektiği gibi yerel yönetimler üzerinde söz sahibi olma iradesinin olmamasına neden olmaktadır. Bu irade eksikliği Erzurum’da yerel demokrasinin gelişmesindeki en önemli ve aşılması en zor olan engeldir.

Bütün bu nedenlerden dolayı Erzurum’daki yerel yönetimler yapmış oldukları program ve projelerde halkın desteğini arama ihtiyacını hissetmemektedirler. Gerek uygulama öncesi halkın fikrini alma ve gerekse de uygulama öncesi ve sırasında halkı bilinçlendirme, bilgilendirme yönünde herhangi bir istekleri ve çalışmaları olmamakta sadece reklam panolarında yaptık yapıyoruz tarzında ifadeleri barındıran resimli büyük afişler ile icraatları reklam tarzında halkın dikkatine sunulmaktadır. Buda özellikle kent haklarının işlemesi ölçütü olarak kabul edilen kentlilerin kentsel çevreyi bozma riski bulunan plan, proje ve uygulamalardan haberdar edilmesini içeren bilgilendirme hakkı ile kişi ve toplulukların kent konusunda alınacak kararlara katılabilmelerini içeren katılma hakkının ihlali anlamına gelmektedir. Bu iki hakkın ihlalinden daha vahim olanı ise direk vatandaşların elinde bulunan ve idarenin fazla tesir edemediği ve gerekli yasal düzenlemeler ile kullanılabilir durumda olan kentsel çevrenin bozulması durumunda birey ve gruplara, idare ve yargı makamlarına başvuru olanağı tanınması anlamına gelen başvuru hakkının vatandaşlarca kullanılmamasıdır. Bu şehir yönetimine katılmada ve şehirli haklarını kullanma bilinci ve isteği konusunda insanların bilgisiz ve duyarsız olduğunu göstermektedir.

Görüldüğü gibi Erzurum’da yerel demokrasi sorunu Türkiye’de karşımıza çıkan ulusal ve yerel bazdaki demokrasi sorunları ile paralel ve aynı yapıda olmakla beraber, ekonomisinde uzmanlaşmanın olmaması, yerel yönetimlerin merkezi hükümet ile aynı partinin eline bırakılması ve güçlü bir yerel basın olmaması gibi kendine has üç sorunla karşı karşıya bulunmaktadır. Bu sorunların aşılması için Erzurum sorunlarına toplu bir şekilde bakmayı başarabilen gerekli uzman kadrosunu içinde barındıran ve halk ile irtibatı aynı zamanda yüksek olan sivil toplum örgütlerinin dernek ve vakıf olarak organize edilmesi gerekmektedir.

Erzurum’da yerel demokrasinin gelişmesi yönünde atılan en önemli adım şehir komisyonunun kurulması olmuştur. Ancak bu kadar sorunun içerisinde atılan bu adımın pek de yeterli olmadığı açıktır. Şehir komisyonlarının yanı sıra Erzurum ve çevresinin kalkınmasına ilişkin sorunların çözümü için uğraşan Erzurum Ticaret Odasının faaliyetlerinin yanı sıra Erzurum’un sorunlarının tespiti ve çözülmesi ile kalkınmasını amaçlayan ERVAK ve Erzurum’da stratejik düşünceyi geliştirmek için kurulan ENER ve çeşitli Erzurum derneklerini bir araya getirmeye çalışan ERSAV’ın varlığı yerel demokrasi açısından ümit vermektedir. Ancak bu örgütlere katılımın yetersiz olması ve faaliyetlerini halkın içerisine indirememeleri, yerel demokrasi açısından beklenen etkinliği sergileyememelerine neden olmakta ve ümitleri kırmaktadır.

ERZURUM VE İNSAN

Erzurum, tarih ve kültür açısından insanı ile ön plana çıkmış ve Dadaş olarak tanımlanan ideal insan tipi ile tanınmış bir şehir olmasına rağmen, maalesef son 30 yıllık süreç içerisinde sürekli olarak göç vererek insanına ait değerini kaybetmeye başlamıştır. Bu değerin kaybolmasında 1980 yılından itibaren uygulanan ekonomik politikaların, tüm Türkiye’de olduğu gibi Erzurum’da da toplumsal yapıyı etkilemesinin de etkisi olmuştur.

Bugünün küresel olarak nitelenen dünya anlayışı ve global ekonomi dünyada hâkimiyet kurmaya başlarken ülkemizde bu akımın içerisinde kendisini bulmaya başlamış, ilimiz ve şehrimizde yavaş da olsa bu akımın etkisini üzerinde his etmeye başlamıştır. Maalesef toplumumuzun ve şehrimizin toplumsal ve kültürel değerleri kaybolmaya başlamıştır. Bir de buna şehircilik konusundaki bilinçsizliğimiz ve bilgisizliğimiz eklendiği zaman şehrimizin tarihi dokusu da kaybolmaya başlamıştır. Erzurum da insan artık kendini ve değerlerini kaybetmeye başlamıştır. Bu, temel şehircilik ilkelerinin belirlendiği ve 1941 yılında imzalanan Atina anlaşması ile belirlenen kent planlamasının insan merkezli olması ilkesinin, ülkemizde ve şehrimizde uygulanan şehircilik politikalarında göz ardı edildiğini göstergesidir. Bu özellikle 2. Dünya savaşından sonra gelişen kentli haklarına aykırılığın ilk taşını oluşturmaktadır.

Bu aşamada Erzurum da insanın, kent hakkı kavramı içerisinde ele alınmasının hem konu bütünlüğü hem de dünyada ki kent hakkının gelişimi ile paralellik sağlaması açısından gerekli olduğuna inanmaktayız.

Kent hakkı kavramını David Hurvey, kent kaynaklarına ulaşma bireysel özgürlüğünden çok ötede kenti değiştirerek kendimizi değiştirme hakkı olarak tanımlamaktadır. Bu tanım incelendiği zaman karşımıza iki unsurun çıktığı gözükmektedir. Bunlardan ilki kent kaynaklarına ulaşmadır. Bu insanın yaşına, cinsiyetine ve vücut gelişimine uygun olarak şehir hizmetlerinden yararlanması anlamına gelmektedir. Diğer unsur ise kenti değiştirerek kendini değiştirmedir. Bu ise insanın yaşamış olduğu şehre ait olduğunu his etme ve yaşadığı şehri sevme hakkı olarak tanımlanabilir.

BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin 25. Maddesinde herkes kendisinin ve ailesinin sağlığı ve güvencesi için yeterli beslenme, giyinme, konut, sağlık, bakım ve zorunlu toplumsal hizmetleri de içeren bir yaşam düzeyine kavuşma hakkına sahiptir demektedir. Bu madde direk olarak kent hakkı kavramının kent kaynaklarına ulaşma unsuru ile alakalı olan bir maddedir. Avrupa kentsel şartı ise ağırlıklı olarak;

  • Fiziksel kentsel çevrenin geliştirilmesi

  • Var olan konut stokunun yenilenmesi

  • Kentlerde kültürel ve toplumsal olanakların yaratılması

  • Toplumsal gelişim ve yönetime halk katılımı

Konuları üzerinde durmaktadır. Bu ana başlıklara göz attığımız zaman yine karşımıza kent hakkının iki temel unsurunun çıktığını görürüz. Kent kaynaklarına ulaşma ve yaşamış olduğu şehre ait olduğunu his etme ve yaşadığı şehri sevmek.

Şimdi Erzurum ve insan konusunu kent hakkının iki temel unsurun alt başlıkları altında Avrupa kentsel şartı ve diğer ilgili anlaşmalar ile akademik çalışmalar ile belirlenen kentsel haklara ilişkin maddeleri sıralayarak inceleyelim.

Kent Kaynaklarına Ulaşma Unsuru Kapsamında Erzurum’da İnsan:

Kaliteli, Sağlıklı ve Dengeli Bir Kentsel Çevre Hakkı:

Bu hak şehirde yaşayan insanların toplumsal, ekonomik, siyasal, kültürel, fiziksel, dinsel, düşünsel, fikri gelişimlerine olanak sağlayacak koşulları içerecek şekilde yapılı bir çevrede insanların yaşamasına ilişkin bir hak olarak karşımıza çıkar. Yapılı çevre ile kast edilen konutlar, iş merkezleri, ibadethaneler, hastaneler ve büyük binalar ile kent içi ulaşım sistemidir. Yapılı bir çevre olarak şehirler bu şehir coğrafyası içerisinde yaşayan toplumların tarihsel, ekonomik, siyasal, kültürel ve ahlaki değerlerin gelişimlerinin yani uygarlıkların yaşandığı alanlar ve eserlerinin sergilendiği sosyal yaşam ve toplumsal dayanışmanın olduğu bir canlı sosyal doku ile ruh kazanmış bir mekân olarak karşımıza çıkmaktadır.

Kentlerin uygarlaşarak yaşanabilir ve sürdürülebilirlik temelinde kentsel çevrenin ve kentli haklarının geliştirilmesi, kentsel mekânların, bu çevre ve mekânları paylaşanlar tarafından, aidiyet duygusunun geliştirilmesi, kent sakinlerinin kentlerine sahip çıkarak, kentsel sorunların aşılması süreçlerine katılarak, kentli olma bilincini geliştirerek kentsel değerlerini üreterek paylaşmaları ile karşımıza çıkar. Böylece kent şehir olma özelliğini kazanır.

Bu hakkın korunması ve kullanması için başlıca üç ana başlığın altında toplanması gerekmektedir. Bunlardan ilki kentsel ve çevresel değerlerin bozulmasının önlenmesi bunun için kente karşı suç tanımının yapılması ve gereken cezai düzenlemelerin yapılmasıdır. Diğer iki ana başlık ise İmar ve Çevre kirliliğinin önlenmesi ile kentsel hizmetlerin geliştirilmesidir. Anayasamız herkesin sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahip olduğunu belirtmektedir. Bu hükme göre kaliteli kentsel çevre hakkı aynı zamanda anayasal bir hak teşkil etmektedir.

Kente karşı suç tanımı aslında diğer iki başlığın konusu içerisinde olan hizmetlerin yerine getiriliş aşamasında yönetici ve teknokratlar ile hizmetin alımı veya malın kullanımı aşamasında şehirliler tarafından işlenen suçları kapsar. Uluslararası alanda bile henüz yeni olan bu suç dalı şehircilik faaliyetlerin gelişmesi ile literatüre girmiş ve bazı ülkelerde tek bir ceza kanunu altında toplanmaya başlamıştır. Bizim ülkemizde ise bu suç kapsamı değişik kanunlarda değişik suç ve ceza başlıkları altında toplanmaktadır. Bu suçun kapsamını maddeler halinde özetlersek.

  • Kent planlarının nesnel olma, akla uygun ve açıklık ilkelerine uygun olarak hazırlanmaması

  • Planların denetlenmemesi

  • Plan dışı gelişmelerin kabul görmesi

  • Şehircilik hizmetlerinin yetersizliği

  • Gecekondulaşmaya göz yumulması

  • Şehir tarihine sahip çıkılmaması

  • Tarihsel dokuyu ve yapıları korumamak ve tahrip etmek

  • Kentsel çevreyi kirletmek ve korumamak

  • Kent mobilyalarının ve ortak kullanım alanlarının tahribi

  • Şehre kaçak olarak sokulan veya kaçak olarak üretilen veya sağlık denetimi yapılmayan kömür, et, akaryakıt gibi şehirlilerin sağlığını etkileyen unsurlara karşı gereken önlemlerin alınmaması

  • Şehir estetiğini etkileyen olumsuz unsurlara göz yummaktır

Maalesef sayılan suç unsurlarının hepsi Erzurum’da sık sık karşılaştığımız şehrimizde kaliteli çevre oluşmasını engelleyen ve ne yazık ki hemşerilerimiz tarafınca pek te dikkat edilmeyen hususlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu suçların işlenmesinden daha vahim olanı, sayılan bu suç unsurlarının bir suç unsuru olarak hemşerilerimiz tarafından algılanmaması ve insanın yaşam kalitesinin artırılması açısından son derecede önemli olan bu hususlarda gereken hassasiyet ve bilinç düzeyine ulaşmamış olmalarıdır.

Yukarıda da saydığımız suç unsurlarını İmar ve Çevre kirliliğinin önlenmesi açısından son derecede önemli olduğu açıktır. Cumhuriyet tarihinden bugüne kadar Erzurum şehir planının hazırlanmasında bilimsel ve şehre makro gözle bakan bir şehir planının yapılmamış olması ve yapılan planlarda sık sık taviz verilmesi şehrin insanların yaşaması için gereken yaşam kalitesinden uzaklaştırmıştır. Tarihi dokuya ve mirasa dikkat edilmemiş şehir belleği ve kültürü açısından son derecede önemli olan tarihi eserler yıkılmıştır. Bu şehir belleği açısından düşünülmeyecek kadar tehlikeli olmuştur. İnsanın kendini şehre ait his etme ve yaşadığı şehirden gurur duymasına engel olmuştur

Gecekondulaşmayı önlemek için elden gelen gayret gösterilmiş olunmasına rağmen şehir merkezinde özellikle 1980 yılından sonra yapılan imar uygulamaları şehrin geleceği açısından gecekondulardan daha fazla zarar vererek şehrin tarihi ve kültürel dokusunu tahrip etmiştir. Şehrin mimari dokusuna uymayan çok katlı yapılaşma anlayışına yönelik imar uygulamaları şehrin tamamı dikkate alınmadan arsa üzerinden yapılmıştır. Şehrin ana sorunu olan kanalizasyon, yol ve diğer alt yapı eksiklikleri dikkate alınmadan hazırlanan veya uygulanan imar faaliyetleri şehrin önümüzdeki elli yılına mal olacak ve dönüşümü şehir açısından çok ciddi maliyetlere neden olacak bir tarzda uygulanmıştır. Bu imar uygulamalarında maalesef insan göz ardı edilmiştir. İnsanların yaşaması için gereken sosyal alanlar, yaya yolları, park ve bahçeler ya yapılmamış ya da yapılmış olanlar uluslararası kriterlerin çok altında ihtiyaca cevap vermekten uzak kalmıştır.

Şehir imarı estetik anlayıştan uzaklaşarak, şehre özgün mimari terk edilip çok katlı konutların ve iş merkezlerinin inşası ile birlikte şehir insan ruhuna hitap etmeyen bir mecburi yaşantı merkezi haline getirilmiştir.

Son dönem içerisinde Erzurum da hava kirliliğinin önlenmesi amacıyla doğal gaza geçiş yapılmış olması Erzurum da çevrenin korunması için önemli bir adım olmasına rağmen özellikle son iki yıl içerisinde sosyal yardımlaşma amacıyla yoksul kesime dağıtılan kalitesiz kömür maalesef atılmış olan bu adımın etkisini azaltmıştır.

İçme suyunun niceliğini artırmak amacıyla yapılmış olan çat barajı ile şehre temin edilen su miktarı artırılmış ancak içme suyunun kalitesinin düşmesine yol açmış ve şehir halkı arasında bir güvensizlik ve memnuniyetsizlik oluşmuştur. Bu memnuniyetsizlik ve güvensizliğin giderilmesi için gereken çalışmalar ya yapılmamış ya da başarısızlığa uğramıştır.

Şehre kaçak ve sağlıksız koşullarda giren veya üretilen gıda malzemelerine yönelik denetimler gerektiği gibi yapılamamaktadır.

Şehircilik hizmetleri geliştirilememiş ve yaygınlaştırılamamıştır. Kaliteli hizmet sunulamamış ülkenin gelişmiş birçok şehrinde sunulan birçok şehircilik hizmeti halka arz edilememiş veya arz edilmiş olanlar ise gereken kalite ve miktarın çok altında kalarak şehir halkını tatmin edememiştir.

Şehrin tarihi ve kültürünü koruyucu ve şehrin belleğini gelecek nesillere aktaracak çalışmalar yapılmamış yukarıda da belirttiğimiz gibi birçok tarihi ve kültürel mirası tahrip edilmiştir. Bu şehir kimliğinin oluşmasına engel olmuştur.

Şehir halkı içerisinde şehir hayatının icap ettirmiş olduğu ortak yaşam alanları ve bu alanlarda halkın kullanımına arz edilmiş olan şehir mobilyalarını koruma ve kullanma konusunda gereken hassasiyetleri göstermemeleri ve zarar verenlere karşı müdahale ve mücadelede üstlerine düşen vazifeyi yerine getirmemeleri şehir halkı tarafınca işlenmiş olan en ağır kente karşı işlenmiş suç olarak göze çarpmaktadır.

Özetlersek şehir, insanın kaliteli yaşamsal çevre ihtiyacına cevap vermekten uzaklaşmıştır. Şehir halkı kendine ait bir şehir kimliğine kavuşamama ve kendini birey olarak şehir içerisinde gelişimini sağlayamamaktadır.

Ödenebilir Fiyatlarla Sağlıklı Konutlarda Yaşama Hakkı:

Anayasamız, Devlet, şehirlerin özelliklerini ve çevre şartlarını gözeten bir planlama çerçevesinde, konut ihtiyacını karşılayacak tedbirleri alır, ayrıca toplu konut teşebbüslerini destekler. Hükmünü getirmektedir. Şehrimize baktığımız zaman birçok semtin anayasanın bu hükmüne dayanılarak devletin sunmuş olduğu toplu konut kredileri ile oluşturulduğu görülmektedir. BM. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin 25. Maddesinde de konut hakkına değinilmiş olup söz konusu hakkın kullanımının kent haklarının ayrılmaz bir parçası olduğu açıktır.

Bu hakkın iki önemli unsur taşıdığı açıkça gözükmektedir. Bunlardan ilki ödenebilir fiyatlarla konut sahibi olma veya kiralama, diğeri ise konutun sağlıklı olmasıdır.

Erzurum konut stokunun büyük bir kısmının 1980 ile 1995 yılları arasında toplu konut kredileri finansmanı ile yapı kooperatifleri aracılığı ile yapılmış olunan binalardan oluşmaktadır. Özellikle Yenişehir semtinde yapılmış olunan binalar 25 yıllık ekonomik kullanım süresini doldurmuştur. Bugün toplu konut hareketi TOKİ aracılığı ile yürütülmektedir. Bunun yanı sıra bankalar tarafında verilen uzun vadeli konut kredileri ile de vatandaşlar kendi imkânları ölçüsünde konut sahibi olma yoluna gitmektedirler. Ancak 1980 li yıllara kıyaslandığı zaman konut maliyetinde artış görülmekte ve buna paralel olarak dar gelirli vatandaşların konut sahibi olma süreleri uzamakta ve gittikçe zorlaşmaktadır. Şehrimizde yaşanan yüksek işsizlik oranı ve gelir seviyesinin düşüklüğü ödenebilir koşullarda sağlıklı konut sahibi olmalarına engel olmaktadır. Konut sahibi olma konusunda yaşanan sıkıntılardan bir diğeri ise sosyal konut arzında talebi karşılayacak yeterli miktara ulaşılamamasıdır. Sosyal konut alanında ülkemizde genellikle 50 mile 80 marasında değişen büyüklüklerde olması kültürümüzün gereği genellikle vakitlerin aile ile birlikte geçirilmesi nedeniyle Türk aile yapısının ihtiyacına cevap vermekte uzaklaşmakta ve aile içinde insanların kendi mahremiyetlerini yaşama isteğini karşılayamamaktadır. Şehrimiz için sosyal konut büyüklüğünün en az 100 mve 3+1 tarzında ifade edilen şekilde olması gerekmektedir. Yerel yönetimlerin konut üretiminde çeşitlilik, ucuzluk ve ulaşa bilirliği sağlayacak şekilde çeşitliliğin sağlanması ve dar gelirli ve yoksulların konut temininde Pazar mekanizmasının işleyişine terk edilmemesi ve konut stokunun sürekli olarak yenilenerek şehir dokusunun yenilenmesi için gerekli tedbirleri almaları gerekmektedir

Sağlıklı konut tanımı yapılırken konutun iç ve dış kriterleri olarak mimarlık ve inşaat mühendisliği ders kitaplarında geçen hususlara göz attığımızda karşımıza çıkan birkaç tanesi şunlardır. İç kriterler arasında konut içerisinde sağlıklı kullanma suyu olan, tuvaleti ve banyosu içeride bulunan, yeterli kanalizasyon sistemine sahip, iklimin koşullarına uygun ısınma imkânı olan ve aile bireylerinin birbirlerine karşı mahremiyetini muhafaza edebilecek şekilde bir mimari ve ses yalıtımının bulunması, aile bireylerinin fiziki durumlarına uygun tefriş edilebilmesi, başta yangın olmak üzere acil tahliye çıkışlarının bulunması ilk başta dikkati çeken hususlardır. Sağlıklı konutun dış kriterleri olarak ön plana çıkanların belli başlıları şunlardır: hayatın idamesi için gereken ihtiyaç malzemelerinin kolayca temin edilebileceği merkezlere yakın olması, ulaşım imkânlarından yeterince faydalanabileceği bir konumda olması, aile bireylerinin eğitim, iş vb. yerlere gidip gelişlerinde zorlanmamaları, konut çevresinde yeterli yeşil alan ve parkların olması, garaj veya en azından aile bireylerinin araçlarını park edebilecekleri bir otopark alanının olması, acil durumlarda çağrılan acil müdahale ekiplerinin(polis, itfaiye, ambulans) kolayca bulabilecekleri bir adres olması, çevre ile iletişimi kuracak mesafe gözetilerek çevre sakinleri ile rahatça diyaloğa girilebilecek bir yaşam boşluğunun bırakılması, yangın ve deprem gibi tabi afetlere karşı mücadele ve müdahale edebilecek alanların çevresinde boş bırakılması, acil sağlık ve yardım hizmetlerinin en kısa sürede ve standartlara uygun olarak alınabileceği bir konumda bulunması, emniyetli bir bölgede bulunmasıdır.

Söz konusu kriterler incelendiği zaman Erzurum da özellikle sağlıklı konut konusunda aile bireylerinin aile içindeki mahremiyetlerinin sağlanması yani aile bireylerinin kendilerine ait bir yatak odalarının olması konusunda yetersiz kalındığı, başta engelliler olmak üzere bireyin fiziki durumuna uygun konut anlayışının olmadığı, konutlarda çocuklar için ayrılan bölmelerin gürültüye karşı yalıtımının yeterli düzeyde olmadığı, kanalizasyon şebekesinde sorunlar yaşandığı, acil yardım hizmetlerinde acil müdahale ekiplerinin adres bulmakta güçlük çektikleri, ulaşım için gereken yolların kalite ve genişlik açısından yetersiz olduğu, yaşam alanlarında park ve yeşil alanların son derecede yetersiz olduğu, konutların içinde ve çevresinde araçların park edilebileceği alanların olmadığı, kullanma suyunun kalitesinden şüphe duyulduğu, afet hallerinde müdahale kolaylığı sağlayacak mesafe farkının konutların inşaatında dikkate alınmadığı, yangın vb. afetlerde acil çıkışlarının bulunmadığı, çocukların oynayabilecekleri alanların yetersizliği ilk etapta göze çarpan hususlardır. Erzurum’da sağlıklı konut konusunda iyi olarak kabul edilebilecek tek husus iklim koşullarına uygun ısınma imkânlarına ulaşılmada sıkıntı yaşanmamasıdır.

Bütün bu hususlar dikkate alındığı zaman Erzurum’da insanın gelişimi ve mutluluğu açısından son derecede önemli olan sağlıklı konutun yeterli miktarda bulunmadığı anlaşılmaktadır. Var olan konut stokunun kalitesinin artırılması için çok ciddi bir şehircilik planlamasının yapılması ve sıkı bir yapı denetiminin uygulanması gerekmektedir. Konut fiyatlarının Erzurum’da konut kalitesine ve miktarına göre yüksekliği ve gelir seviyesinin düşük olmasının üzerine gelir dağılımındaki dengesizlik Erzurum da konut açısından ciddi problemlerin oluşmasına neden olmaktadır. Erzurum da yerel yönetimler konut stokunun yenilenmesi için herhangi bir planı yoktur. Dar gelirliler ve yoksulları konut sahibi yapacak ve şehir dokusunu geliştirecek makro ölçekli planlarının olmaması ve bu konuda var olduğu söylenen çalışmaların kamuoyu ile paylaşılmaması özellikle ilçelerimizde ve il merkezimiz’ de ciddi sıkıntılara yol açmaktadır. Erzurum halkı ile birlikte yerel yönetimlerin şehir üzerine ait bir planlamamaya girmemesi, konut hakkı üzerinde şehir kültürü ve kentsel doku açısından halkın benimseneceği ve şehre aidiyet duygusunu kazandırmaktan uzakta uygulamalarla şehrin geleceği tehlikeye atılmaktadır.

TEMİZ, SAĞLIKLI İÇME VE KULLANMA SUYU HAKKI:

Su, yaşam için olmazsa olmaz. Dünyada hiçbir canlı susuz olarak yaşayamaz. İnsan sağlığı ve refahının ve çevrenin korunmasının ön koşuludur su. Yaşamın temel kaynağı olan su ile ilgili meselelerin öncelikle temel insan hakları kavramı içerisinde ele alınması gerekmektedir. Özellikle yaşama hakkı ile sıkı sıkıya bağlı olan bir hak olduğu gözden kesinlikle kaçırılmaması gerekmektedir. “Yaşamak, hürriyet ve kişi emniyeti her ferdin hakkıdır” İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 3. Maddesinde yer alan bu ibare insan hakları konusunda çalışan uzmanlar ve araştırmacılara göre suya erişim hakkını da kapsamaktadır. 1994 Uluslararası Nüfus ve Kalkınma Konferans Eylem Programında herkesin yeterli standartlarda yaşama hakkı içinde su ve sağlığın korunması da yer almıştır. Genel toplantı kararı ile(53/175) temiz suya erişimi temel insan haklarından biri olarak tanımıştır. 9 Nisan 1985 tarihli Genel Kurul Kararı (39/248) ile Birleşmiş Milletler kabul etmiş olduğu Tüketicinin Korunmasına İlişkin Temel Esasların 40. Maddesi kapsamında, “Hükümetler, Uluslararası İçme Suyu İkmali ve Temizlik için On yıllık belirlenen amaçlar ve hedefler dâhilinde, içme sularının ikmali, dağıtımı ve kalitesini iyileştirecek ulusal politikaları oluşturmak veya güçlendirmelidir. Uygun seviyelerde hizmet, kalite ve teknoloji, eğitim programları ihtiyacı ve toplum katılımının önemi gibi seçeneklere önem verilmelidir”. Denilmektedir. Yine BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Komitesi tarafından yayınlanan Genel Açıklamaya göre sosyal ve ekonomik bir hak olarak su hakkı, her bir vatandaşın doğrudan devletten talep edeceği suya erişim hakkını içermektedir. Dünya Sağlık Örgütü de temiz suyun bütün koşullardan bağımsız olarak bireye mutlaka ulaştırılması gereken bir sağlık hizmeti olduğunu ifade etmiştir. Böylece su hakkını sağlık hakları kapsamında da değerlendirilmesi gerektiğini belirtmiştir.

Bütün bunlardan sonra şunu ifade edebiliriz ki su hakkı ile kast edilen husus insanların sağlıklı ve kaliteli yaşamaları için yeterli, güvenli ve makul olan su kaynaklarına ulaşmaları ve bu kaynakların korunması ve mümkün olduğu ölçüde satın alınabilir olmasıdır.

Yeterlilikten kasıt, bireyin içme, kişisel temizlik, çamaşır, yiyecek hazırlanması ve evsel hijyeni kapsayacak şekilde günde 50 ile 100 litre arası suyun (Dünya Sağlık Örgütüne göre) temin edilmesidir.

Güvenlilikten kasıt ise suyun, insan sağlığını tehdit eden mikro – organizmalardan, kimyasal bileşenlerden ve radyolojik tehlikelerden arındırılmış olmasıdır.

Makullükten kast edilen ise, suyun uygun renk, koku ve tada sahip olmasıdır. Suya yönelik imkân ve hizmetlerin tümü kültürel olarak uygun ve toplumsal cinsiyet, yaşam döngüsü ve özel yaşam koşullarına duyarlı olmalıdır.

Suya ulaşma ile kast edilen husus fiziksel erişilebilirliktir. Her insanın suya ve hıfzıssıhha hizmetlerine, evden, eğitim kurumundan, iş yerinden ya da bir sağlık kuruluşunda fiziksel olarak çok kısa sürede erişimidir Dünya Sağlık Örgütüne göre su kaynağı evin 1000 metre civarında olmalı ve elde etme süresi 30 dakikayı aşmamalıdır.

Su varlıklarının korunması ve gelecekteki ihtiyaçların karşılanması için, gerekli araç ve tekniklerin geliştirilerek yeni bir bakış açısı ile miktar ve kalite olarak korunmalıdır. Yer altı ve yer üstü su rezervlerinin envanteri ve kullanım senaryolarının geliştirilip zorundadır. Tarımda, sanayide ve konutlarda suyun verimli olarak kullanılması için gereken plan ve projeler geliştirilmelidir. Özellikle hidro elektrik barajları ile su kaynaklarının bilinçsiz bir şekilde tüketilmesinin önüne geçilmelidir. Su varlıklarının, atık sular, katı atıklar, tarımsal ilaç ve gübre kullanımı, madencilik ve endüstriyel atıkların boşaltılması gibi nedenlerle kirletilmesi önlen ilmelidir. Kent ölçeğindeki su yönetimi politikaları ve projelerinin kamu yararı mantığı ile hazırlanması ve bunun için kentsel su dağıtım şebekeleri ve arıtım sistemleri kamulaştırılmalıdır.

Satın alınabilir olması ise suya ulaşım ve kullanımının ücretsiz veya hizmetin sürdürülebilirliğini sağlayacak miktarda yani maliyetine yönelik bir ücretlendirme ile insanlara ulaştırılmasıdır. Bu maliyet herkes için karşılanabilir seviyede olmalıdır Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı, su masrafının, hane gelirinin yüzde 3’ünü geçememesini tavsiye etmektedir.

Bu hakkın kullanılabilmesi için Devlet, halkın güvenli içme suyuna ödenebilir koşullarda erişimi için gerekli olan ekonomik, sosyal, güvenlik ve siyasal şartları sağlayarak politikaları geliştirmek ve uygulamak zorundadır. Bu sosyal devlet anlayışının da bir gereğidir Bu görevini devlet şehirlerde belediyelere devretmektedir. Ancak kaynak sorunları ve yeterli personelin olmaması nedeniyle bazı belediyelerimiz sağlıklı ve temiz su sağlama hizmetini zamanında ve uygun bir şekilde sağlayamamakta ve bu hizmetin aksamasını önleyecek olan tedbirleri alamamaktadır. Özellikle ilçe merkezlerimiz ve köylerimizde bu sıkıntılar kendini daha fazla his ettirmektedir. Bu da su kaynakları açısından zengin olmamıza rağmen suyun bir ticari metal olmasına yol açmış ve su hakkının kullanımının ucuz ve yeterli geliri olmayanlara, bedava olması gerekirken maalesef ciddi maliyetlerle bu hakkın kullanımı sağlanmaktadır. Türkiye de su fiyatlarının tespit kıstasları ve uygulanan fiyat tarifesi belediye meclislerinin almış olduğu keyfi ve nesnellikten uzak kararlar ile belirlenmektedir. Bu tür uygulamalardan dolayı sağlıklı ve temiz su kaynaklarına dar gelirli vatandaşlarımızın ulaşımı zorlaşmakta geliri olamayanlar için ise imkânsızlaşmaktadır. Suyun dar gelirli ve yoksul vatandaşlarımıza ücretsiz diğer vatandaşlarımız için ise ucuz olarak ulaştırılması gerekmektedir. Buna rağmen maalesef 2560 sayılı kanunun 23. Maddesinde su fiyatı belirlenirken %10 dan aşağıda olamayacak şekilde bir kar oranın esas alınması takdir edilmiştir. Burada kar oranının tavan olarak değil de taban olarak belirlenmesi satın alınabilirdik konusunda maalesef mevzuatımızda yer alan ciddi bir hak ihlali kavramı olarak karşımıza çıkmaktadır.

Sağlıklı ve temiz olan suya uygun fiyatlarla ve kaliteli hizmet koşulları ile ulaşabilmemiz için örgütlenmenin şart olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Maalesef ülkemizde her konuda olduğu gibi bu konuda da bir örgütlenme eksikliği söz konusudur. Şu anda bu konudaki örgütlenme tartışmaları sadece tüketici hakları ve tüketici örgütleri üzerinde yapılmakta mesele temel insan hakları ve sağlık hakkı kapsamında ele alınmamaktadır. İlimiz ve şehrimizde ise henüz bu konuda bir bilinçlenme ve tartışma ortamı dahi söz konusu değildir. Bu sebepten dolayı hızlı bir şekilde en temel hak olan yaşama hakkı ile çok sıkı bir ilişkisi olan suya ulaşma maalesef hızlı bir şekilde ticari bir meta haline gelmekte ve belediyelerin ve belediyeler ile çalışan taşeronların önemli bir gelir kaynağı olma konumuna gelmektedir. Bu süreçte yapılacak olan örgütlenme ile suya erişimin temel bir hak olduğunun bilinci ile suyu piyasa değeri olan bir mal olarak değil, insanlığın ve doğanın ortak varlığı olduğunu kabul etmek ve kabul ettirmek gerekmektedir. Bu aynı zamanda dadaşlık ruhu olarak tanımladığımız değere uygun bir davranış olacaktır. Su sorununu teknik bir mühendislik sorunu olmaktan çıkararak politik bir sorun olarak ele almak dünya açısından son derecede önemlidir. Su politikalarının tespiti ve uygulamasında Ulusal düzeyde İller Bankası, Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü, yerel düzeyde belediyeler, il özel idareleri ve Mahalli İdare Birlikleri tarafından kamusal bir hizmet olarak ele alınmaktadır. Bu da birçok konuda yetki karmaşa sasına yol açmaktadır su hizmetinin özelleştirilme ve taşeronlaştırmaya teslim edilmek üzere düzenlemelerin yapılmasının tartışıldığı ve çeşitli kanuni düzenlemelerin yapılmaya çalışılması su hakkının uygun ve ödenebilir koşullarda sahip olunması yönünde ciddi sıkıntılara yol açacağı tartışılmaz bir gerçektir.

Su, Erzurum açısından bir marka değer olarak karşımıza çıkmakta ve ilimize haklı bir ün salmaktadır. Ancak son zamanlarda bu ünü sarsılmaktadır. Erzurum’umuzda su hakkının kullanımı ve korunması yönündeki en ciddi sıkıntı yukarıda da belirttiğimiz gibi su hakkı konusunda henüz bir bilinçlenme olmaması ve sorunun bırakın yaşam hakkı ve sağlık hakkı olarak ele alınması tüketici hakkı olarak bile henüz ele alınıp incelenmemiş ve bit sivil toplum örgütü tarafınca konu edilmemiştir. Erzurum açısından en sevindirici gelişme su havzalarımızın endüstri ve madenciliğin gelişmemiş olmasından ve tarımda ilaçlama ve suni gübre kullanımının yaygın olmamasından dolayı kirlenmemiş olmasıdır.

Erzurum şehir suyu şebekesinin eski ve yetersiz olması yapılan tüm yenileme ve bakım çalışmalarına rağmen maalesef şebeke su kalitemizi düşürmektedir. Çat barajı olarak bilinen Palandöken barajı ile şehre verilen su miktarında bir artış sağlanmış olmasına rağmen çevresindeki köylerin tam olarak boşaltılmaması ve havza güvenliğinin tam olarak sağlanamamasından dolayı hayvan ve kanalizasyon karışımı problemlerine yol açtığına ve yine baraj göletlinin bulunmuş olduğu alanda maden filizlerinin olmasından dolayı suyun sağlıksız olduğuna yönelik halk arasındaki söylentilerin doğruluğu ve yanlışlığının tam olarak yetkili ve görevli mercilerce bilimsel ve teknik açıdan açıklığa kavuşturulamaması halkın şebeke suyuna karşı güvenini sarsmıştır. Kurulan su arıtma sistemlerine rağmen halkın şebeke suyuna karşı güvensizliği giderilememiştir. Buna paralel olarak Erzurum da şimdiye kadar yeterli pazara ulaşmamış olan hazır su sektörü yaşanan panikten ve güvensizlikten dolayı hızlı bir şekilde şehir ekonomisi içerisinde önemli bir yer tutmuş buda suyun ödenebilir fiyattan sahip olması yönünden ciddi sıkıntılara yol açarak suyu bir ticari metal haline getirmiştir. Şehir ahalisinin hazır su yerine tarihi çeşmelerden içme suyunu temin etmeye çalışması ise özellikle sağlık konusunda tam ve sağlıklı bir denetimin yapılmaması nedeniyle toplum sağlığı açısından ciddi sıkıntılara yol açmaktadır. Eğer söz konusu söylentiler doğru ise yaşlı, hasta ve engelli kimsesiz vatandaşlarımızın sağlıklı ve temiz içme ve kullanım suyuna ulaşma ve kullanma konusunda ciddi bir mahrumiyet ve haksızlığa maruz kaldıkları tartışılmaz bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Şehrimizde su dağıtım görevini sürdüren ESKİ’nin borç tahakkuk ve ödemeye ilişkin tablosu ile abone sayısı ve borçlu sayısını gösteren tablosu birlikte incelendiği zaman şehir içinde su bedelinin ödenmesi konusunda vatandaşların sıkıntı içinde oldukları dikkati çekmektedir. İlimizdeki yüksek işsizlik oranı ve mevcut istihdamın büyük bir kısmının asgari ücret düzeyinde olması dikkate alındığı zaman aile gelirinin %3 ünden daha fazla kısmının su temini için yapıldığı görülmektedir. Buda BM kalkınma programının belirlediği kriterlere göre pek de iç açıcı bir durum olmadığı açıktır. İlçe ve köylerimizde yeterli, güvenli makul ve fiziksel erişilebilirlik hususlarına uygun bir şekilde su temin edilememektedir. Çoruh ırmağı havzasında kurulması düşünülen baraj ile su üzerinde yükselen bir doğal zenginliğimiz yok edilmekte ve ülkemizin Rafting sporuna uygun olan tek sahası yok edilmek istenilmektedir.

Erzurum açısından son derecede önemli olan su kalitesinin korunması için Sivil Toplum Kuruluşlarının önderliğinde Erzurum halkının bilinçlendirilmesi, örgütlenmesi ve başvuru yollarının kullandırılması özellikle uluslararası su tekellerinin gelişip güçlendiği bu dönemde olmazsa olmazı teşkil etmektedir.

TOPLUMSAL ALTYAPI HAKKI:
Toplumsal Altyapı kavramını, Özcan ALTABAN, 1976 yılında yayınlamış olduğu Büyük Şehirlerimizde Sosyal Ve Fiziksel Altyapının Bugünkü Durumu, isimli çalışmasında şöyle tanımlamıştır: “Kentsel ve kırsal, her türlü beşeri yerleşme biçiminde oturan nüfusun, sosyal gereksinimlerini karşılayan ortak kullanım alan ve yapılarıdır. Yani her türlü sağlık, eğitim, kültür, eğlence, yönetim, güvenlik ve hizmet binaları ile yeşil ve açık alanlar o şehrin, kasabanın veya köyün yani yerleşim biriminin toplumsal alt yapısını oluştururlar. Bu bakış açısıyla incelediğimiz zaman toplumsal alt yapının dört temel unsuru içinde barındırdığı anlaşılır. Bunlar sağlık, eğitim, kamu düzeni hizmetleri ve boş zamanların geçirilmesi işte bu faaliyetlere ilişkin olarak tasarlanmış mekânları ve bu mekânlarda gösterilen faaliyetlerin kalitesi, türü ve çeşitliliği toplumsal alt yapının kalitesinin birer göstergesi olacaktır.

Bir şehrin toplumsal altyapısının sağlamlığı aynı zamanda o şehrin bir marka değerinin olması anlamına gelmektedir. Şehrin bir cazibe merkezi olması için toplumsal altyapının mümkün olduğu kadar kendi içinde yaşayan insanların ihtiyaçlarına cevap vermesinden daha ötede bulunmuş olduğu bölgenin ve yakın çevresindeki insanlarında ihtiyaçlarına karşılayabilecek seviyede olması gerekir. Zaten yaşam kalitesi itibariyle bir yerleşim biriminin derecelendirilmesinde kullanılan kriterlerin en önemlilerinden biri toplumsal altyapıdır.

Ülkeler, yaşam kalitesi yönünden incelendiği zaman maalesef ülkemizin OECD ülkelerinin çok gerisinde kaldığını göreceğiz, ülke genelinde baktığımız zaman ise ilimiz yaşam kalitesi itibariyle 27. Sırada olduğunu, ilçe sıralaması itibariyle ise şehrimizin merkez ilçelerinin ellili sıralarda olduğunu, diğer ilçelerimizin ise ilçe bazlı sıralamalarda son sıralarda yer aldığını göreceğiz. Örnek olarak 858 ilçenin içerisinde Karayazı ilçemizin 855. Tekman İlçemizin ise 856. Sırada olduğunu göreceğiz. Bu ilimizin sahip olduğu ekonomik kaynaklara, stratejik özelliklerine, tarihi ve kültürel mirasına baktığımız zaman hak ettiği yerde olmadığını göstermektedir.

Toplumsal altyapı kavramını yukarıda da değindiğimiz gibi dört ana unsur altında incelemek mümkündür. Bunlar sağlık, eğitim, kamu düzeni ve boş zamanların geçirilmesidir. Erzurum’da toplumsal altyapının incelenmesini bizde bu dört unsura uygun olarak dört başlık altında yapmayı uygun bulduk.

EĞİTİME YÖNELİK TOPLUMSAL ALT YAPI:
Eğitime yönelik toplumsal altyapı ile kast edilen husus; bireylerin ve toplumun gelişimine yönelik olarak sürdürülen hizmetlerin kalitesi, türü, süresi ve başarısı ile bu hizmetlerin sunulmuş olduğu yerlerin fiziki koşulları ifade edilmek istenilmektedir.

Eğitime yönelik toplumsal altyapı içerisinde iki hususu barındırmaktadır. Bunlardan ilki bireysel eğitim diğeri ise toplumsal eğitimdir.

Bireysel eğitim ile kast edilen husus, ilköğretimden üniversiteye kadar bireyi belirli konularda bilgi vererek kişisel gelişimini sağlama ve meslek edinmesini sağlamaya yönelik olan çalışma ve çabalardır.

Toplumsal eğitim ile kast edilen husus ise toplumun belirli konularda bilinçlendirilmesi, toplumsal duyarlılığın kazandırılması, meslek ve statü farkı gözetmeksizin birlikte hareket edebilme ve vatandaşlık bilincini kazandırmaya yönelik yapılan eğitimleri kapsamaktadır.

Her toplumun kendine göre bir eğitime yönelik toplumsal alt yapısı söz konusudur. Buna rağmen değişmeyen iki ana eğitim kurumu Aile ve okuldur. Bizim kültürümüz incelendiği zaman karşımıza çıkan eğitim kurumlarının sırasıyla aile, mahalle, okul, dini eğitim yerleri ve iş hayatı daha doğrusu usta çıraklık ilişkisi olduğu görülür.

Aile

Aile; bütün toplumların olduğu gibi toplumumuzun da en temel eğitim kurumu olarak karşımıza çıkmaktadır. Topluma ait değerlerinde ilk kez alındığı ve insanın sosyal bir varlık haline geldiği ilk yer ailedir. Geleneksel Türk ailesi geniş aile tipi olarak nitelendirilen bir yapıda iken Cumhuriyetin ilanından itibaren çekirdek aileye doğru bir geçiş aşamasına geçilmiştir. Özellikle kırsal kesimden şehre yaşanan sosyal hareketlilik ile çekirdek aileye geçiş hız kazanmıştır. 1980 sonrası ekonomik hayatta yaşanan gelişmeler ile çekirdek aile yapısı hemen hemen bütün ülkede yer etmiştir. Dolayısıyla çocuk terbiyesi ana ve babanın hâkimiyetinde gelişmeye başlamış ve ailenin diğer fertlerinin çocuk terbiyesi üzerindeki etkinliği kırılmaya başlanmıştır. Bu özellikle bireysel çocuk gelişimini artırmış ve topluma yönelik çocuk eğitim anlayışı ortadan kalkmaya başlamıştır.

Ailenin eğitim üzerindeki başarısı ister istemez ailenin içinde bulunmuş olduğu maddi koşullara ve bulunduğu sosyal çevreye ve eşlerin birbirlerine karşı duymuş olduğu saygıya, sevgiye ve güvene bağlıdır. Erzurum işsizliğin çok olduğu ve mevcut iş istihdamının büyük kısmının asgari ücret veya asgari ücretin biraz üzerinde olması ve kendine ait işyeri olanların büyük kısmının da küçük esnaf olması aile gelirini düşürmekte buda eğitime ve kişisel gelişime ayrılmış olan gelirin yetersiz düzeyde kalmasına neden olmaktadır. Bu özellikle çocukların zihinsel gelişimi için olmazsa olmaz olarak nitelendirilen oyun araçlarının gerektiği düzeyde alınamamasına yol açmakta ve ileri yaşlarda kişisel gelişimine yönelik bir tehdit oluşturmaktadır. Ailemiz içerisinde çocuk bakımı ve ev işlerinin büyük bir kısmının kadınlara yüklenmesi ve yine aile içindeki bir hastanın veya yaşlının bakımının kadınların üzerinde kalması, kadınlarımızın sosyal hayata ve iş hayatına katılmasını kısıtlamakta ve hak ettikleri yere gelmelerine engel olmaktadır. Dolayısıyla Erzurum sosyal hayatı içerisinde kadınlar biraz daha geri planda kalmışlardır. Bu özellikle hem kendi eğitimleri hem de eğitimini üstlenmiş oldukları çocukları açısından sıkıntılara yol açmaktadır.

Erzurum’da evlenme oranıyla boşanma oranı mukayese edildiği zaman bölge ortalamasına göre çok iyi bir konumda olduğu görülmektedir.

Aile içi şiddet ülkemizde olduğu gibi ilimizde de sık karşılaşılan bir suç unsuru olarak göze çarpmaktadır. Buna rağmen yerli olarak nitelendirilen Erzurumlular arasında aile içi şiddetin daha az görüldüğü ileri sürülmektedir.

Batı toplumu olarak nitelendirilen gelişmiş ülkelerde görmüş olduğumuz aile danışma merkezleri ülkemizde daha yeni yeni tanınmaya başlanmasına rağmen ilimizde bir aile danışma merkezinin açılması ve aile eğitimine yönelik etkinlikler gösterilmesi sevindiricidir. Buna rağmen bu tür faaliyetlerin sayısı yetersizdir. Bu faaliyetlerinin sayısının artırılması ve düzenlenen faaliyetlerde sağlanan başarının artması için sivil toplum örgütleri ile İl Sosyal Hizmetler Müdürlüğünün birlikte proje hazırlayarak hareket etmesinde fayda vardır.

Aile yapımızı en ciddi şekilde etkileyen husus ise mahalle kültürümüzün ağır bir darbe yemiş olması, aile bireylerinin özellikle çocukların televizyon ve bilgisayara olan bağımlılıklarının artmış olmasıdır. Erzurum kültürünün aslında büyük bir aile kültürü olduğu, mahallelinin bir aile olarak birbirlerini kabul ettiğini unutmamız gerekmektedir. Bugünkü koşullara uygun olarak Erzurum aile yapısının sürdürülmesi için ciddi çalışmalara ve projelere imza atılması gerektiği şehircilik üzerinde çalışanlarca unutulmaması gereklidir.

Erzurum özellikle sert kış iklimi nedeniyle sosyal ve kişisel hayatın daha çok kapalı mekânlar içerisinde geçirilmesi zorunluluğunu getirmiştir. Ancak ailenin birlikte vakit geçirecekleri kapalı ortak sosyal yaşam merkezlerinin yetersizliği nedeniyle ev dışında bir arada vakit geçirmelerine yönelik imkânlar ve alanlar yok denilecek seviyededir. Sokak olarak nitelendirilen dış mekânların ise halka açık faaliyetlerin düzenlenmemesi ve bu alanların alternatif faaliyetler düzenlenmesine elverişli olmaması nedeniyle ailenin dışarıda ortak faaliyet düzenleyerek vakit geçirmeleri yönünden ciddi sıkıntılara neden vermektedir. Bu özellikle çocukların aile ile birlikte sosyalleşmesi yönünden önemli bir engeldir.

Aile yapısı için önemli olan diğer bir nokta ise sağlıklı konut sahibi olmalarına yönelik engellerin ortadan kaldırılması ve özellikle aile bireylerinin birbirlerine karşı olan mahremiyetlerini sağlayacak mimari anlayış ile yapılmış konutlarda oturmalarının sağlanmasıdır. Şehrimizde geniş alanlar üzerine inşa edilmiş konut anlayışı olmasına rağmen konut alanının büyümesine rağmen oda sayısı artmamakta ve aile içinde bireysel mahremiyet yaşanamamaktadır.

Mahalle:

Türk toplumunda ön plana çıkan diğer bir eğitim kurumu olarak dikkati çekmektedir. Türk sosyal hayatının en önemli ve canlı olan dokusunun mahalle hayatı olduğu gerçeğini dikkatlerimizden kaçmaması gerektiğine inanmaktayız. Mahalle hayatı ile kast edilen komşuluk ilişkisidir. Bu komşuluk ilişkisi sadece aileler arasında değil mahallenin esnafları ve aileler arasında da sürdürülmektedir.

Mahalle hayatımız, özellikle çocukların sosyal eğitim alması, gelenek ve göreneklerin yer etmesi, kadınların ve erkeklerin kendi aralarında bir dayanışmaya girmesi, tecrübelerini birbirlerine aktarması ile hem bir sosyal dayanışma, hem de sosyal bir eğitim merkezi haline gelmiştir. Mahallenin yine büyük bir sosyal terapi merkezi olduğunu da unutmamak gereklidir.

Mahalle hayatımızın bütün bu hususiyetlerine rağmen 1980 yılından sonra yaşanan ekonomik gelişmelere paralel olarak ağır bir darbe yediği inkâr edilemeyecek bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Özellikle göç olgusu ile birlikte çok sayıda insanın ve ailenin yer değiştirmesi de mahalle hayatımız ve kültürümüz üzerinde olumsuz etkiler yapmıştır.

Şehircilik alanında yapılan en büyük hata insan ve kültür dikkate alınmadan uygulanan imara yönelik politikaların uygulanması olmuştur. Özellikle şehrimiz gibi kendine ait bir şehir kültürü bulunan yerlerde uygulanan bu tür politikalar şehir ruhuna ve mahalle hayatına ağır darbeler indirmiştir. Özellikle apartman hayatının gelişmesi ile birlikte anonmite (komşusunu tanımama, kimliğini bilmeme) sorunu ülkemizde de hususiyetle metropol şehirlerimizde görülmeye başlanmıştır.

Şehrimiz kendine ait bir kültüre ve ruha sahiptir. Bu kültürün ve ruhun yansıması ise mahalle hayatımız ile kendini göstermektedir. Ancak bütün ülkede uygulanan yanlış imar uygulamaları şehrimizde de kendini göstermiştir. Bu politika eski evlerden oluşan mahallelerde kentsel dönüşüm adı altında yıkım yapılarak yerine daha lüks ve büyük çok katlı binaların yapılmasıdır. Bu politika insanı merkezden almadan daha gösterişli ve lüks konutların yapılmasına yönelik olup eski mahalle kültürünün kaybolmasına sebebiyet vermiştir. Tahrip edilen mahalle sakinlerini o bölgede barındırmaktan ziyade istimlak yolu ile arsa veya yıkılan binanın parasını vererek bir başka mahalleye taşınmasını sağlama şeklinde uygulanan bu politika mahalle kültürümüzü ve hayatımızı yok etmektedir. Özellikle eski mahallelerimizin hem insan hem de mimari açıdan yok ederek şehir belleğine ciddi bir darbe indirilmektedir. Erzurum ve benzeri şehirlerde muhakkak eski binaların korunması eğer bu mümkün değilse şehrin geleneksel mimari dokusuna uygun bir yapılaşmaya gidilmesi ama mutlak suretle oradaki toplumsal dokunun korunması gereklidir. Bu dokunun korunması için eski mahalle sakinlerinin ve esnafının özellikle bu mahallede yaşaması ve faaliyetlerine devam etmesi sağlanmalıdır. Maalesef şehrimizde bu yönteme başvurulmamış ve bu husus göz ardı edilmiştir. Özellikle iskâna yeni açılan mahallelere yönelik eski mahallerden yapılan göçler ve bu göç edenlerin yerine sosyal ekonomik düzeyi daha düşük olan ve dış illerden gelen göçmenlerce doldurulması eski Erzurum mahallelerinin şehrin kendine has kültürünün yansıtılabileceği alanlar olmasından uzaklaştırmıştır.

Yeni kurulan mahallelerimizde ise eski geleneksel mahalle kültürümüz yaşatılamamakta ve anonmite sorunu ile karşılaşılmaktadır.

Mahalle kültürümüzü tehdit eden diğer bir husus ise büyük çaplı iş merkezlerinin şehir merkezimizde açılmaları ile geleneksel esnaf anlayışı ile çalıştırılan, bakkal, konfeksiyon vb. ağır darbe yemeleridir.

Özetlersek eğitime yönelik toplumsal altyapımızın önemli bir ayağını teşkil eden mahalle kültürümüz ağır bir darbe yemiştir. Ancak metropol şehirlere kıyaslandığı zaman komşuluk ilişkilerinin mahalle düzeyinde olmasa bile apartman düzeyinde devam ettiği görülmektedir. Fakat eğitim kurumu olma özelliğini artan bireyselleşme zihniyeti ile kaybetmiştir.

Toplumsal alt yapımızın önemli bir unsuru olan mahalle hayatının yeniden etkinlik kazanması ve eski mahallelerimizin kaybolmaması için kentsel dönüşüm projelerinin gözden geçirilmesi ve gereken sosyolojik, sosyal psikolojik, psikolojik ve kültürel değerlendirmelerin bu tür projelere dâhil edilmesi gereklidir.

Okul:

Eğitime yönelik toplumsal altyapımızın üçüncü ayağını oluşturan okul aynı zamanda resmi olan ve bireysel eğitim ve gelişime yönelik faaliyet gösteren ilköğretimden üniversiteye kadar uzanan kurumsal yapıdır. Bir şehrin yaşam kalitesini belirleyen önemli unsurlardan bir tanesidir.

Okul sayısı ve öğrenci sayısı itibariyle bölgenin en önemli ili ve şehri olan Erzurum ülkemizin içinde bulunmuş olduğu yapısal ve kaynak yetersizliğinden kaynaklanan sorunlarla mücadele etmektedir.

Üniversite ve SBS sınavlarında il bazında başarı sıralaması orta sıralarda yer alan Erzurum eğitim ve öğretim konusunda hak etmiş olduğu seviyeye maalesef gelememiştir. Bunda özellikle merkez dışı ilçelerde ve köylerimizdeki eğitim koşullarının yetersiz olması ve genellikle yeni mezun olmuş, tecrübesiz genç öğretmenlerin buralarda göreve atanmaları ve görev yapmış oldukları yerlerde kendilerine uygun barınma koşullarının sağlanamaması etkili olmuştur. Bölge içi yapılmış olan eğitim harcamalarında ilk sıralarda yer alan Erzurum maalesef ülke geneli harcamalar göz önüne alındığı zaman ortalarda yer aldığı görülmektedir. Erzurum ilinde okul öncesi, ilköğretim, lise, meslek liseleri, fen liseleri, Anadolu liseleri ve özel okullar olmak üzere toplam 1489 okulda 7198 derslikte 188.239 öğrenci öğrenim görmekte ve toplam 9507 öğretmen görev yapmaktadır. Ortalama olarak 20 öğrenciye bir öğretmen ve 26 öğrenciye bir derslik düşmektedir. Ortalamalar dikkate alındığı zaman ilimizin eğitim ve öğretim imkânları itibariyle Türkiye ortalamasına yakın değerler taşıdığı görülmektedir.

İlimizde bulunan Atatürk Üniversitesi yaklaşık 50.000 civarında öğrenci sayısı ile Türkiye’nin önemli üniversitelerinden biri olma özelliğine sahiptir. Bu köklü üniversitemizin yanı sıra yeni kurulmuş olan Erzurum Teknik Üniversitesi de eğitime yönelik toplumsal altyapımız açısından önemlidir.

İlimizde eğitime destek veren üç adet yerel özel okulun yanı sıra Bilkent Eğitim kurumlarına ait bir okulun da faaliyet göstermesi toplumsal altyapımız için önemli bir katkıdır.

Eğitime yönelik toplumsal altyapımız açısından özel dershanelerimizin başarısının düşük kalması ihtiyaca cevap verecek kadar kaliteli dershane sayısındaki azlık nedeniyle dershane ücretlerinin yüksek olması bir eksi değer olarak kabul edebiliriz.

Mesleki eğitim başarısının düşüklüğü ve meslek edindirmeye yönelik kursların sayısının azlığı ve mesleki staj imkânının düşüklüğü eğitimimiz ve öğrenimimiz açısından ciddi bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır.

Okul binalarımızın özellikle şehrimizin sosyal ekonomik seviyesi düşük mahalleri ile ilçe ve köylerde olanlarının fiziki yetersizliği ve okul bahçelerine yönelik çevresel düzenlemelerdeki yetersizlikler ile oyun alanlarının olmayışı eğitime yönelik toplumsal altyapımızı olumsuz etkilemektedir. Buna birde eğitim ve öğretim için gerekli olan araç ve gereç yetersizlikleri eklendiği zaman sorun daha çok artmaktadır.

Mesleki Eğitim

Kültürümüzde yer alan diğer önemli bir eğitim kurumu mesleki eğitimdir. Burada kast etmiş olduğumuz eğitim okullarda verilen eğitimden ziyade iş yerinde elde edilen deneyim ve tecrübelerdir.

Tarihimize baktığımız zaman bu tür eğitimin Ahilik adı verilen bir teşkilatta başladığı görülmektedir. Şehrimizde Ahi Tuman Ahmet Baba ile faaliyetine başlayan ahilik teşkilatı sadece meslek öğretmek amacıyla kurulmamıştır. Mesleki eğitimin yanı sıra, dini ve ahlaki eğitim vererek sosyal dayanışmaya yönelik faaliyette göstererek toplumun sosyal sınıfa ayrılmalarını önlemişlerdir.

Ahilik teşkilatı zaman içerisinde etkinliğini yitirerek yerini usta çırak ilişkisine bırakmıştır. Ancak usta çırak ilişkisinin de uygulandığı esnaflık ekonomik gelişme ile birlikte kaybolmaya başlamıştır. Aradaki boşluk meslek kursları ve mesleki eğitim veren okulların açılması ile kapatılmaya çalışılmıştır. Fakat ahlaki eğitim itibariyle bu kurumlar gereken tesiri gösterememiş ve usta çırak ilişkisinin göstermiş olduğu etkiyi gösterememiştir.

Şu anda mesleki eğitimimiz Erzurum da ekonomik faaliyetlerin düşüklüğü nedeniyle son derecede yetersiz kalmaktadır

Dini Eğitim

Toplumumuz açısından önemli olan diğer bir eğitim dalımız dini eğitimdir. Cumhuriyet öncesi medreseler, tekkeler ve zaviyeler aracılığı ile verilen bu eğitim cumhuriyetin ilanı ile birlikte biraz daha denetime alınarak devletin gözetimi altında yapılmaktadır.

Bugün bu eğitim devletin denetimi altında olan ve diyanet işleri başkanlığı bünyesinde yer alan kuran kursları ile camilerde cemaate verilen eğitimlerle sürdürülmektedir.

Şehrimizin hemen her mahalle camisinde ve çevresinde kurulmuş olan kurslar ile bu eğitim verilmektedir.

KAMU DÜZENİNE YÖNELİK TOPLUMSAL ALT YAPI

Kamu düzenine yönelik toplumsal alt yapı ile kast edilen husus hükümet ve yerel yönetim birimlerinin yürütmüş oldukları hizmetlerin kalitesi ve hizmet etmiş oldukları binaların fiziki koşullarının hizmete uygunluğu kast edilmektedir.

Bugün itibariyle Erzurum şehir merkezinde halka hizmet sunan kamu idarelerine ait binalar valilik binası etrafında toplanarak vatandaşların daha kısa sürede ve daha rahat bir şekilde hizmet alması sağlanmıştır.

Adliye binası ve yanında yapılan Baro binası ile adli hizmetlerin yürütüldüğü fiziki koşullar iyileştirilmiştir. Ancak dava yoğunluğu ve personel yetersizliği nedeni ile mahkeme süreci uzanmaktadır. Buna rağmen adli dava sayısı diğer illere nazaran daha düşüktür.

İlimiz ve şehrimizde güvenlik sorunu yaşanmamakta ve adli vaka sayısı az olmaktadır. Emniyet müdürlüğü ve jandarma gerekli olan bina, eleman ve ekipman ile diğer araç gereçlere sahiptirler.

Yerel yönetimlere tahsis edilmiş olunan binaların fiziki koşulları yeterli olmasına rağmen personel sıkıntısı çekilmekte buda sunulan hizmetlerin kalitesinde düşüklüğe sebep vermektedir.

Kamu düzenine ilişkin toplumsal altyapı açısından en ciddi sıkıntı arama kurtarma ve yangınla mücadelede yaşanmaktadır. İtfaiye hizmetlerinin zamanında ulaştırılabilmesi ve yangınlara müdahale edilebilmesi için kurulması düşünülen grup amirliklerinin sayısının azlığı ve yeterli personel ve donanımın olmamasıdır

BOŞ ZAMANIN GEÇİRİLMESİNE İLİŞKİN TOPLUMSAL ALTYAPI

Boş zamanın geçirilmesine ilişkin toplumsal altyapı ile kast edilen husus iş ve eğitim sonrası artan zamanlarda bireylerin kendileri için ayırmış oldukları zamanı değişik sosyal aktiviteler ile geçirmesi için gereken fiziki ortamların ve hizmetlerin varlığıdır.

Bugün Erzurum açısından en sıkıntılı olan toplumsal altyapı bu yapıdır. Şehir merkezinde yer alan toplam üç sinema ve Devlet tiyatrolarına ait bir tiyatro binası haricinde düzenli olarak boş zamanların geçirilmesine yönelik bir aktivite düzenlenememektedir.

Erzurum Büyük Şehir Belediyesi bünyesinde hizmet eden kültür merkezi ile kültür müdürlüğü bünyesinde hizmet veren halk eğitim merkezinde belirli aralıklarla düzenlenen ve süreklilik arz etmeyen çeşitli faaliyetler haricinde maalesef aile üyelerinin birlikte katılabileceği etkinlikler yoktur.

Kış ikliminin tesirinden dolayı kış aylarında faaliyet gösterecek ve boş zamanın değerlendirilmesine yönelik kapalı alanlar yok denilecek kadar azdır. Bu alanların yanı sıra sokaklarında çeşitli sosyal etkinliklere uygun mekânsal tasarımları yapılmamıştır. Yakutiye belediyesinin tarihi Yakutiye medresesi ile Lalapaşa cami etrafını şehir meydanı olarak düzenlemesi bu yöndeki eksikliği belli bir ölçüde gidermektedir.

Hobi edinme ve geliştirmeye yönelik eğitim merkezlerinin azlığı ve var olanlarının fiziki koşullarının yetersizliği yanı sıra sportif faaliyetlerde bulunacak olanlara cazip koşullarda hizmet verecek yerlerin olmaması toplumsal altyapımızı sıkıntıya sokmaktadır. Buna rağmen özellikle erkeklere hizmet veren Body Fitnes salonları bu yöndeki sıkıntıyı bir nebzede olsa gidermektedir. Ancak yol spor bünyesinde bulunan salon haricinde bunların fiziki koşullarının da yeterli olduğunu söylemek mümkün değildir.

Spor kulüplerinin düzenli olarak faaliyet gösterecek lisanslı sporcularını finanse edecek maddi imkânlarının olmaması amatör sporcular için bir sorun olmaktadır.

Üniversiteler arası kış oyunları için yapılmış olan spor tesislerinin varlığı boş zaman geçirmeye yönelik Toplumsal Altyapımız açısından önemli yatırımlar olmasına rağmen bu tesislerin atıl durumda bırakılması düzenlenen faaliyetler konusunda da yeterli bilgi verilmemesi hem Erzurum hem de ülkemiz açısından ciddi bir kayıp olduğu kesindir

Sergi salonlarının yetersizliği ve sanatsal faaliyetlerin azlığı ciddi bir sorun olarak karşımızdadır.

Şehir merkezinde bulunan yeşil alanların yetersizliği ve var olanların özelleştirilerek çay bahçesi şeklinde kullanılması toplumsal altyapımızın kalitesini düşürmektedir. Ancak şehrimizde yaz aylarında aile ile bir arada boş vaktin geçirileceği yerler bu çay bahçelerinin dışında fazla yoktur.

Şehrimizin yakın çevresinde yer alan mesire alanlarının halk tarafınca tam olarak tanınmaması, buraların fiziki koşullarının iyileştirilmemesi, toplu ulaşım imkânlarının yetersizliği ve var olan seferler hakkında halkın bilgilendirilmemesi bu toplumsal altyapımızın karşılaştığı diğer bir sorundur.

Çocuklarımızın oynayabileceği oyun sahaları ve parkları yeterli sayıda ve kalitede değildir. Çocuklarımıza yönelik güvenilir oyun sahalarının olmaması şehrimizin yaşam kalitesini de etkilemektedir.

Kış aylarında boş zamanın geçirileceği kapalı mekânların fazla olmaması da bir başka sorunu teşkil etmektedir. Bu konuda kış aylarında Erzurum halkı tarafınca gezilecek tek alan Erzurum AVM’ nin koridorları ve kafeteryalarının bulunmuş olduğu alandır. Bu söz konusu alışveriş merkezini alış veriş alanı olmaktan çıkartıp boş vakitlerin geçirileceği bir mekân haline getirmiştir.

Boş zamanların geçirilebileceğimiz bir başka merkez Büyükşehir belediyesince bir kültür evi olarak düşünülen ve restore ettirilen mücellidi konağı olmuştur. Ancak bu konakta sunulan hizmet kalitesi ve etkinlik gerektiği güzelde olmamıştır.

SAĞLIĞA YÖNELİK TOPLUMSAL ALT YAPI VE SAĞLIKLI KENT KAVRAMI:

Toplumun ve bireyin sağlıklı bir yaşam sürmeleri için ihtiyaç duyulan sağlık hizmetlerinin sunulmuş olduğu koruyucu ve tedavi edici hekimlik hizmetleri ile toplum sağlığını korumaya yönelik tedbirlerin alındığı ve uygulandığı sağlık hizmetlerinin sunulmuş olduğu binaları ve burada sunulan hizmetleri içermektedir. Özellikle sağlığa yönelik toplumsal altyapı; sağlıklı ve temiz su temini, katı atık ve kanalizasyon hizmetlerini içinde barındıran teknik alt yapı ile çok sıkı ilişkisi olan bir toplumsal altyapı bileşeni olarak ön plana çıkmaktadır. Sağlıklı kent kavramının belirleyicisi olan toplumsal altyapı unsuru, sağlığa yönelik toplumsal altyapı unsurudur. Bu unsuru incelediğimiz zaman aynı zamanda sağlıklı kent kavramını da incelemiş olacağız.

Sağlık Hakkının var olabilmesi için ilk şart olarak sağlıklı kent kavramının belirlenmesi ve gerçekleştirilmesi gereklidir. Sağlıklı kent kavramının gelişmesi için şehir planlamasının ve kentsel yaşam koşularının sağlık hizmetleri ölçü alınarak yapılması gerekmektedir. Sağlık hizmetlerinin belirli standartlarda olması sağlıklı kent kavramının olmazsa olmazlarından bir tanesidir.

Sağlıklı kent kavramı içerisinde iki temel husus ön plana çıkmaktadır. Bunlardan ilki hekimlik hizmetleri diğeri ise sağlığı etkileyen genel yaşam şartlarıdır.

Hekimlik hizmetleri yukarıda de değindiğimiz gibi korucu ve tedavi edici olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Korucu aile hekimliği ile hastalık ortaya çıkmadan önce önlenmesi bunun için aşılama, gebelik kontrolü, doğum kontrolü ve düzenli olarak sağlık taraması yapılmasıdır. Tedavi edici hekimlikten ise kasıt hastalık ortaya çıktıktan sonra tedavi etmek amacıyla yapılan ilaçlı ve cerrahi müdahalelerde bulunmaktır. Her iki hekimlik içinde gereken koşullar şunlardır. İlk koşul ise teşhis ve tedavi için gereken araç ve gereçler ile yeterli sayıda tıbbi personelin bulunmasıdır. Hizmetin yapılacağı binaların gereken nitelikte olması şarttır. Bu niteliklerin başında binanın vatandaşların kolayca ve fazla gecikmeye maruz kalmadan ulaşabilecekleri bir konumda bulunması, bina giriş ve çıkışları ile bina içerisinde özellikle yaşlı, engelli ve ağır durumda bulanan hastaların rahatlıkla hareket edebilmeleri, sağlık çalışanlarının rahat çalışabilecekleri ortamı sağlaması, binanın gereken ısıtma ve havalandırma sistemi ile donatılması ve dezenfektesinin sürekli olarak yapılması gerekmektedir.

Sağlığı etkileyen genel yaşam şartları ise çevre temizliği ile başlayan, şehre sağlıklı ve temiz içme ve kullanma suyu sağlama ve kanalizasyon hizmetlerinin sunulması ile gıda üretimi ve satışına yönelik denetimi gibi birçok unsuru içinde barındırmaktadır. Bugün GSM hizmetleri için kurulan baz istasyonlarından, enerji nakil hatlarına kadar birçok husus genel yaşam şartları içerisinde değerlendirilmektedir. Tabii afetlere yönelik alınan tedbirler ile arama ve kurtarma çalışmaları da yine sağlıklı kent ve sağlığa yönelik toplumsal alt yapı içerisinde yer aldığı da unutulmamalıdır.

Erzurum açısından sağlıklı kent ve sağlığa yönelik toplumsal altyapı unsuru incelendiği zaman karşımıza çıkan manzara şudur. Erzurum bölgenin sağlık merkezi olma konumunda hızlı bir şekilde ilerlemekte en azından bölgenin sağlık merkezi olması yönünde hükümetçe uygulanan bir politika yürütülmektedir.

Türkiye OECD ülkeleri ile mukayese edildiği zaman kişi başına düşen doktor sayısı itibariyle son sıralarda yer aldığı görülmektedir. OECD ülkelerinde 1000 kişiye düşen doktor sayısı 3,6 iken Türkiye’de bu oran 1,6 civarındadır. Hemşire sayısı OECD ülkelerinde 8,4 iken Türkiye’de bu oran 1,5 dir. İster istemez bu oranlar Erzurum’un Sağlığa yönelik toplumsal alt yapısını da etkilemekte ve OECD ortalamasının altında sağlık görevlisine sahip olmaktadır. Buna rağmen Erzurum Türkiye ortalaması baz alındığı zaman iyi bir konumda olduğu görülmektedir. Şehrimizde 949 kişiye bir doktor düşmekte iken 1000 kişiye bir hemşire düşmektedir. Buda sağlık alanında Erzurum Türkiye sıralamasında 14. Sırada yer almasına neden olmaktadır.

Erzurum şehir merkezinde Üniversite Devlet ve Özel olmak üzere 7 adet hastane düşmekte ve kişi başına düşen yatak sayısı ise 232 adet olmaktadır. Bu sayıda Türkiye ortalamasının üzerindedir. Bölge Eğitim ve Araştırma Hastanesi bölgenin en önemli hastanelerinden biri olmaktadır. Fiziki koşullar itibariyle hastane Türkiye’nin sayılı hastane binalarından bir tanesidir.

Ancak Erzurum’da Sağlığa yönelik Toplumsal alt yapı alanında en büyük sıkıntı Hastane Kampüsü olarak seçilen alanın şehrin birçok noktasından ulaşımının zor olmasıdır. Özellikle ağır, yaşlı ve engelli hastalar için bu çok ciddi bir sıkıntıya sebep vermektedir. Özellikle toplu ulaşım araçlarının seferleri bittikten sonra buraya ulaşım imkânı özel otosu olmayanlar için ciddi bir sıkıntıya yol açmaktadır.

Şehrimiz açısından önemli diğer bir sağlık merkezi Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesine bağlı araştırma hastaneleridir. Özellikle yapılan yeni ek binası ile birlikte onarıma alınan ana binası ve yanında yapılacak diğer hastane binaları ile bölgenin en önemli sağlık merkezi olacağı acıktır

Erzurum açısından önemli sağlık yatırımları yapılmış olmasına rağmen bölgenin ihtiyacı olan ihtisas hastaneleri daha kurulmamıştır. Bundan dolayı özellikle kanser ve kalp damar cerrahisi ve kemik hastalıkları konusunda ciddi sıkıntılar yaşanmaktadır. Var olan ihtisas hastanelerinin( kadın doğum ve göğüs) ise hastane kampüsü içerisine taşınmasına yönelik çalışmalar sürdürülmektedir.

Bu gün il merkezimizde 3 adet ilçe bulunmaktadır. Bu ilçelerin nüfusları birçok şehir merkezinden daha fazla olmasına rağmen 3 ilçeye aynı anda hizmet etmek için Bölge eğitim ve Araştırma hastanesi ve çevre kampüsünde toplanacak hastanelerin yeterli olduğu düşünülmektedir. Bu ciddi bir hatadır. Çünkü her şeyden önce bu hastanenin bulunduğu yer birçok şehir bölgesine uzaktır. Aynı zamanda bu hastanenin bir bölge hastanesi olması düşünülmektedir. Bu hastanenin özellikle acil tıbbi müdahale gerektiren durumlarda şehrin birçok yerinden uluslararası kriter olarak belirlenen 2 ile 10 dakika arasında acil tıbbi müdahale yapılıp ilgili hastaneye ulaştırma zamanını aşan süreler içerisinde hastaneye ulaştırılabilmesi mümkün olamamaktadır. Yine buradaki hastanenin iş yükünü hafifletebilmek ve daha ciddi hastalıkların tedavisinde kullanılabilmesi ve çevre illerden gelen ağır durumdaki hastalara müdahale edilebilmesi için ve ileride ekonomik gelişme ile artacak nüfusa daha iyi hizmet sunulabilmesi için Erzurum şehir merkezinde yer alan her bir ilçe içerisinde hizmet yapacak birer ilçe hastanesinin kurulması gerekmektedir. Bunun için Palandöken hastanesinin yıkım kararının gözden geçirilmesi ve mevcut lojman alanı dâhil olmak üzere toplam arazisinin üzerinde yeni ve daha büyük bir hastanenin inşaatına başlanılması üzerinde durulması gerekmektedir. Söz konusu hastanenin arazisinin arsa rantı üzerinden değerlendirilmesi ciddi bir hatadır ve çok geç kalınmadan lojmanların yıkılıp yerine yeni konut yaptırılması düşüncesinden vazgeçilmelidir.

Erzurum ilinde kaliteli sağlık hizmetinin sunulabilmesi için başta kendi ilçelerinde bulunan hastanelerinin fiziki koşulları, personel sorunları ve teşhis ve tedaviye yönelik imkânlarının artırılması gereklidir. Çevre illerin il merkezlerindeki hastanelere yönelik iyileştirme çalışmaları Erzurum üzerinde biriken yükü hafifletecektir. Böylece çevre illerden Erzurum’a gelen hastaların sayısı bir taraftan azalacak bir taraftan ise durumu ağır olan ve ilimize sevk edilen hastaların daha kaliteli sağlık hizmeti alması sağlanacaktır

Hastanelerimizin fiziki koşullarının yeterlikleri her ne kadar artırılmaya çalışılsa da özellikle acil servislerimizde yaşanan doktor sıkıntısı acil servis hizmetlerinde sıkıntılara yol açmaktadır. Özellikle palandöken ve bölge eğitim araştırma hastanemizde acil servisinde görevlendirilen günlük 2 doktor sayısı ihtiyaca cevap vermemekte, bir gün içerisinde her bir doktora ortalama 250 hasta düşmektedir. Buda sunulan sağlık hizmetin kalitesini düşürmekte hasta, hasta yakınları ve sağlık görevlileri arasında ciddi tartışmalara neden vermektedir. Acil servis doktorlarının ve diğer sağlık görevlilerinin sayıları muhakkak artırılması gerekmektedir.

Sağlığa yönelik toplumsal alt yapımızda yaşayan diğer bir sıkıntı ise Tıp Fakültesine bağlı hastanelerimizde doktor sıkıntısı yaşanmaz iken tıbbi araçlarda yürütülen satın alma uygulaması nedeniyle sorunlarla karşılaşılmakta hasta yakınları bazı tıbbi araç ve gereçleri dışarıdan temin etmek zorunda kalmaktadırlar. Devlet hastanelerimizde ise malzeme sorunu yaşanmazken hekim sıkıntısı yaşanmaktadır. Bu özellikle acil servis hizmetlerinde duyulan uzman konsültasyon ekibinde kendini daha fazla hissettirmektedir.

Erzurum’da sağlığa yönelik toplumsal alt yapı ya ve sağlıklı kent kavramına yönelik yapılması gereken diğer bir husus ise poliklinik hizmetlerinin hastane binalarının bünyesinden çıkarılarak semt poliklinikleri şeklinde toplanmasıdır. Bu özellikle günün belirli saatlerinde hastanelerde oluşan kalabalığın önüne geçerek hem sağlık hizmetlerine ulaşmada hem de sağlık hizmetlerinin kalitesinin artırılmasında faydalı olacaktır. Bunun yanı sıra hastane enfeksiyonlarının oluşumuna karşıda ciddi bir tedbir olacaktır. Bugün ülkemizde yaşanan ciddi bir sağlık sorunu hastane enfeksiyonlarıdır. Ülkemiz bu noktada maalesef Amerika ve Avrupa’nın çok üstünde bir hastane enfeksiyonu ile karşı karşıyadır. Buda özellikle cerrahi müdahalelerden sonra hastaların biraz daha gecikmeli olarak taburcu olmalarına, bebek ölümlerinin fazla olmasına neden olmaktadır. Erzurum bu noktada maalesef Türkiye ile aynı şansızlığı yaşamaktadır. Hatta büyük illere göre hastane enfeksiyonu biraz daha ciddi bir sorun teşkil etmektedir.

Sağlıklı kent ve sağlığa yönelik toplumsal altyapı için yapılması gereken diğer bir husus ise ülkemizde yeni uygulanmaya başlayan Aile hekimliğinin geliştirilmesi için aile sağlık merkezlerinin gerekli teşhis araç ve gereçleri ile donatılmasıdır. Özellikle röntgen, ultrason ve laboratuvar cihazlarının yeterli düzeye çıkarılması gereklidir.

Bulaşıcı hastalık ve kanser gibi hastalıklara yönelik sağlık taramalarının yapılması hem toplum sağlığı hem de sağlıklı kent ve sağlığa yönelik toplumsal altyapıya yönelik önemli çalışmalar olacaktır.

Erzurum’un sağlığa yönelik toplumsal alt yapısı için en önemli sorunlardan biri kış aylarında yardım amacıyla dağıtılan düşük kaliteli kömürün kullanımı neticesinde yaşanan hava kirliliğidir. Doğalgaza geçiş sürecinde yaşanan hava kirliliğindeki düşüş maalesef bu yardım politikası nedeniyle durmuş ve hava kirliliği yeniden ciddi bir mesele olarak karşımıza çıkmıştır. Yine kanalizasyon sistemindeki yetersizlik ve katı atık tesislerinin teknolojik olarak yenilenmemesi nedeniyle çevre temizliği önünde ciddi bir sorunla bizi karşı karşıya bırakmaktadır.

Yukarıda da değindiğimiz gibi şebeke suyuna karşı halk arasında duyulan şüphe sağlığa yönelik toplumsal altyapımız açısından önemli bir sorun teşkil etmektedir. Su sorununun yanı sıra gıda malzemelerinin üretimi ve satışına ilişkin etkili ve caydırıcı denetimlerin yapılmaması sağlığa yönelik toplumsal alt yapımıza ağır bir darbe vurmaktadır. Bu hem sağlık hakkının ihlali hem de sağlıklı kent yönünden ciddi bir sorudur

GSM şebekeleri için kurulan baz istasyonları ise sağlığa yönelik toplumsal alt yapımızı tehdit eden ve sağlık hakkını da en bariz şekilde tehdit eden bir başka husus olarak gündeme alınıp incelenmesi gerekmektedir.

İlimizin doğal afetlere karşı hazırlıksız olması, arama ve kurtarma ile itfaiye teşkilatlarının istenilen seviyede olmaması sağlığa yönelik toplumsal altyapı içerisinde Erzurum’un bir başka sorunu olarak incelenmek zorundadır. Özellikle afet koordinasyon ilimiz olan Trabzon ilinin olası bir deprem nedeniyle bize yardım göndermesinde zaman ve ulaşım açısından yaşayacağı zorluk ve oradaki ekiplerinde yeterli donanım ve sayıya sahip olmaması Erzurum’u olası bir afette yalnız bırakabilir. Çevredeki diğer illerin ise yardım gönderecek kapasitede olmaması Erzurum açısından ciddi bir sorundur. Bunun için Erzurum içerisinde gönüllü faaliyet gösterecek ve sivillerden oluşan arama kurtarma ekiplerinin oluşturulması ve bu konuda faaliyet göstermek isteyen sivil toplum örgütlerine destek verilmesi gereklidir

Şehrimizin sağlığa yönelik toplumsal altyapının güçlendirilmesi ve sağlıklı kent statüsünde olabilmesi için acil yardım servislerinin güçlendirilmesi şarttır. İtfaiye ve ambulans hizmetlerinin şehrin muhtelif bölgelerinde konuşlandırılması ve gereken istasyonların oluşturulması şarttır. Özellikle şehir merkezinden uzakta olan ve daha önceden kendilerine ait belediyeleri bulunup sonradan şehir merkezindeki merkez ilçelere bağlanan eskiden köy şimdi ise mahalle olan yerleşim birimlerinde acil müdahale timlerinin oluşturulması şarttır.

Sağlıklı kent için gereken diğer bir husus ise adres bulmakta yaşanan zorlukların ortadan kaldırılmasıdır. Bunun için sağlıklı ve kolay bulunabilecek bir adres sisteminin oluşturulması, şehrin imar palanının buna göre hazırlanması şarttır. Ayrıca acil servis araçlarının başta navigasyon olmak üzere gereken araç ve gereçler ile donatılmalıdır.

SAĞLIK HAKKI:
Sağlık hakkı insanların en yüksek bedensel ve ruhsal sağlığa sahip olmasının devletçe güvence altına alınmasıdır. Şehir ve şehirlinin sağlığına, şehir ve şehre bağlı yaşam koşullarının olumsuz yönde etki etmemelerini, gereken sağlık koşullarının geliştirilmesi ve korunmasını devletten ve toplumdan istemesini kapsar.

Sağlık hakkı sağlıklı kent kavramı ve sağlığa yönelik toplumsal alt yapı ile çok sıkı bir ilişki içerisindedir. Bunun için sağlıklı kent kavramının çok iyi bilinmesi ve anlaşılması gereklidir. Sağlık hakkının kullanılabilmesi içi hastanelerin ve tedavi kurumlarının yeterli sayıda ve nitelikte olması gereklidir.

1948’de kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 25.maddesi ile getirilen Herkesin kendisinin ve ailesinin sağlık ve refahı için beslenme, giyim, konut ve tıbbi bakım hakkı vardır. Herkes, işsizlik, hastalık, sakatlık, dulluk, yaşlılık ve kendi iradesi dışındaki koşullardan doğan geçim sıkıntısı durumunda güvenlik hakkına sahiptir. Anaların ve çocukların özel bakım ve yardım görme hakları vardır. Bütün çocuklar, evlilik içi veya evlilik dışı doğmuş olsunlar, aynı sosyal güvenceden yararlanırlar diyerek Sağlık hakkını en temel olan yaşam hakkı içerisinde değerlendirmiştir. Burada dikkati çeken husus sağlık hakkı ile sosyal güvenlik hakkının birlikte bir bütün olarak ele alınıp düzenlemesi olmuştur.
“Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’nin” 12. maddesi de sağlık hakkını “Sağlık standardı hakkı” başlığı altında şöyle düzenlemiştir.
1. Bu Sözleşmeye Taraf Devletler, herkesin mümkün olan en yüksek seviyede fiziksel ve ruhsal sağlık standartlarına sahip olma hakkını tanır.
2. Bu Sözleşmeye Taraf Devletlerin bu hakkı tam olarak gerçekleştirmek amacıyla alacakları tedbirler, aşağıdakiler için de alınması gerekli tedbirleri içerir:
a) Var olan doğum oranının ve bebek ölümlerinin düşürülmesi ile çocukların sağlıklı gelişmelerinin sağlanması;
b) Çevre sağlığını ve sanayi temizliğini her yönüyle ileriye götürme;
c) Salgın hastalıkların, yöresel hastalıkların, mesleki hastalıkların ve diğer hastalıkların önlenmesi, tedavisi ve kontrolü;
d) Hastalık halinde her türlü sağlık hizmetinin ve bakımının sağlanması için gerekli şartların yaratılması.”
1965’te yürürlüğe giren Avrupa Sosyal Şartı’nda ise, 11. maddede ve “Sağlığın Korunması Hakkı” başlığı altında: Akit Taraflar sağlığın korunması hakkının etkin biçimde kullanılmasını sağlamak üzere, ya doğrudan veya kamusal veya özel örgütlerle işbirliği içinde hareket edilmesini şart koşarak diğer tedbirlerin yanı sıra şu tedbirlerin alınması üzerinde durmuştur.

1-Sağlığın bozulmasına yol açan nedenleri olabildiğince ortadan kaldırmak;
2-Sağlığı geliştirmek ve sağlık konularında kişisel sorumluluğu artırmak üzere eğitim ve danışma kolaylıkları sağlamak

3-Salgın hastalıklarla yerleşik mevzii ve başka hastalıklar olabildiğince önlemek; üzere tasarlanmış uygun önlemler almak

Anayasamız ise 17. Maddesinde – Herkes, yaşama, maddî ve manevî varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir. Tıbbî zorunluluklar ve kanunda yazılı haller dışında, kişinin vücut bütünlüğüne dokunulamaz; rızası olmadan bilimsel ve tıbbî deneylere tâbi tutulamaz. Kimseye işkence ve eziyet yapılamaz; kimse insan haysiyetiyle bağdaşmayan bir cezaya veya muameleye tâbi tutulamaz. Hükmünü getirerek yaşama hakkını devlet güvencesi altına almıştır.

Yine Anayasamız 56. Maddesinde – Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir.

Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir.

Devlet, herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamak; insan ve madde gücünde tasarruf ve verimi artırarak, işbirliğini gerçekleştirmek amacıyla sağlık kuruluşlarını tek elden planlayıp hizmet vermesini düzenler.

Devlet, bu görevini kamu ve özel kesimlerdeki sağlık ve sosyal kurumlarından yararlanarak, onları denetleyerek yerine getirir.

Sağlık hizmetlerinin yaygın bir şekilde yerine getirilmesi için kanunla genel sağlık sigortası kurulabilir.

Bütün bu mevzuat hükümleri dikkate alındığı zaman ortaya çıkan hadise şudur. Sağlık hakkı temel bir yaşam hakkıdır. İnsanın sağlığının korunması için yaşam çevresinin temiz tutulması ve insan yaşamını kolaylaştırıcı önlemlerin alınması gereklidir. Bu canlılığın devamı için gereklidir.

Sağlık hakkı incelendiği zaman temelde iki unsuru içerisinde barındırdığı görülmektedir. Bunlardan ilki sağlıklı olma diğeri ise sağlık hizmetlerinden yararlanma hakkıdır.

Sağlıklı olma, bireyin sağlığını tehdit edecek olan hususların yaşam çevresinde oluşmasını önlemeyi de kapsamaktadır. Bu unsur bir taraftan bir görevi diğer taraftan ise bir hakkı içermektedir. Görev kısmı kişinin kendi rızası ile sağlığını ve vücut bütünlüğünü tehlikeye atmamayı içerirken hak kısmı ise sağlığını tehdit edici çevre koşullarının devlet ve toplum tarafınca yok edilmesi ve sağlıklı bir yaşam çevresinin oluşturulmasının sağlanmasıdır.

Sağlıklı yaşam çevresi ile kast edilen husus içerisinde sağlıklı ve temiz içme ve kullanma suyunun temini, solunan havanın temiz olması, kanalizasyon ve katı atık temizlik hizmetlerinin kaliteli ve yeterli ölçüde var olması, trafik kazalarının önleyecek şekilde bir ulaşım ağına sahip bir yerleşim yerinde yaşama, iş kazalarının önlendiği bir ortamda yaşama, sosyal ve iş hayatının getirmiş olduğu stresten uzak durma, yenilen gıdaların sağlığı yönünden gereken denetimlerin yapılması, üreme sağlığının sağlanması ve bunun için denetimsiz fuhuş ile mücadele, GSM şebekelerine ait baz istasyonlarının varlığı gibi birçok şey yer almaktadır.

Şehrimize baktığımız zaman şehrin su şebekesi ve kaynağına karşı halk içerisinde yaygın olan bir güvensizlik duygusu olduğu görülmektedir. Son dönemlerde özellikle yardım amacıyla dağıtılan yardım kömürlerinin kalitelerinin düşük olması nedeniyle kış aylarında ciddi bir hava kirliliği sorunu yaşanmaktadır. Kanalizasyon şebekemizin eski ve yenilenmeye ihtiyaç duyduğu ve şiddetli yağışların olduğu günlerde yetersiz kaldığı bir gerçektir. Katı atık tesislerinin yetersiz olduğu ve merkezden uzak mahallelerde çevre temizliğinin gerektiği gibi yapılmamaktadır. Ulaşım ağımızın ciddi sorunlarla karşı karşıya olduğu artan araç yüküne cevap vermediği bundan dolayı birçok noktada trafik kazalarına davetiye çıkardığı görülmektedir. Birde buna kaldırımlarımızın yetersizliği eklendiği zaman durumun vahameti iyice gün yüzüne çıkmaktadır. Özellikle kış aylarında karla mücadele gerektiği gibi yapılmadığından dolayı yaşanan düşme olayları ve trafik kazalarından dolayı ciddi yaralanmalara yol açmaktadır. İş hayatımızda özellikle inşaat sektöründe gereken işçi güvenliği tedbirlerinin alınmadığı ve uzun vardiya saatlerinin olması nedeniyle iş kazaları yaşanmaktadır. Ancak ekonomik faaliyetlerin azlığından dolayı diğer gelişmiş şehirlerle mukayese edildiğinde az görülmektedir. Tarım kesiminde yaşanan iş kazaları ilimizin karşılaştığı bir diğer sağlık sorunudur. Erzurum ilinde üretilen gıdaların ve bunların satışının yapıldığı yerlere yönelik etkili ve sürekli denetimler olmadığı görülmektedir. Bu tür denetimlerin yapılması yönünde maalesef hemşerilerimiz duyarsız kalmaktadırlar. Ülkemizde olduğu gibi şehrimizde de yurt dışından gelen yabancı uyruklu kadınlardan dolayı fuhuşta bir artış gözükmektedir. Bu başta HIV olmak üzere birçok cinsel yolla bulaşıcı hastalığın artmasına neden olmaktadır. Bundan en çok kadınlarımız eşlerinden dolayı mağdur olmaktadırlar. Bunun haricinde cinsel sağlık ve üreme sağlığı konusunda halkımızın bilgisiz olması üreme ve cinsel sağlık sorunlarının çözümü konusunda sıkıntıların yaşanmasına neden olmaktadır. Yanlış beslenme ve kanserojen ürünlerinin piyasada çok olması nedeniyle kanser riski şehrimizde artmaya başlamıştır, yine yanlış beslenme ve hareketsizlik nedeniyle obezite ve kap damar rahatsızlıkları şehrimizin sağlığını ciddi şekilde tehdit etmektedir. GSM şebekelerinin baz istasyonlarının yeri ve miktarı ise sağlık hakkımızı tehdit eden bir diğer husus olarak karşımıza çıkmaktadır.

Sağlık hakkının diğer bir unsuru olan sağlık hizmetlerinden yararlanma hakkına gelince bunda iki temel bileşen dikkati çekmektedir. Birincisi Sosyal Güvenlik diğeri ise bu hizmetlerin sunulduğu sağlık kuruluşlarına fiziksel ulaşabilme imkânıdır.

Yukarıda da değindiğimiz gibi sağlık hakkını BM Sosyal güvenlik ile birlikte ele almaktadır. Bugün ülkemizde uygulanan sosyal güvenlik sistemi herkesi eşit hizmet alması için bir çatı altında toplamaktadır. Çalışanların sosyal güvenlik güvenceleri haricinde dar gelirli olanların veya geliri bulunmayanların faydalandığı yeşil kart ve genel sağlık sigortası kapsamında 18 yaşından küçük olanların devlet güvencesi altına alan uygulamalar ile hemen hemen kimsenin sağlık güvencesi dışında kalmamasına dikkat edilmektedir. Ancak ilimizin ekonomik sorunları nedeniyle genellikle yeşil kart kapsamında hizmet almakta olan Erzurumlular sağlık yardımı için belirlenen hane gelirinin bugünün koşullarına göre çok alt bir sınırda belirlenmesi nedeniyle bu sağlık yardımını almakta güçlük çekmektedirler. Bu gelirin alt sınırının yeniden ve gerçekçi koşullarda belirlenmesi gereklidir.

Sağlık hakkının kullanılabilmesi için sağlık kuruluşlarının yeterli sayıda ve nitelikte olması ve sunulan sağlık hizmetlerinin uluslararası kuruluşlarca belirlenen kriterlere uygun olması gereklidir. Sağlık hizmeti veren kuruluşlara ulaşımının kolay olması, hastane giriş ve çıkışları ile içlerinde ağır hasta, yaşlı, engelli ve hamile vatandaşların hareket etmekte güçlük çekmemeleri gereklidir. Yukarıda sağlığa yönelik toplumsal altyapı ve sağlıklı kent kavramı başlığı altında yapmış olduğumuz incelemenin bir daha okunmasını rica ederek incelememizin bu bölümünü bitirerek sağlık hakkına ilişkin şu son sözleri söylemek isteriz.

Sağlık hakkının kullanılabilmesi ve sağlıklı kentte yaşamak için mutlaka şehirde yaşayanların örgütlenmesi ve var olan örgütler içerisinde yer alması son derecede önemlidir. Bütün haklarda olduğu gibi bu hakkın varlığından haberdar olmak, bilinçlenmek gerekli olan örgütlenmeyi sağlamak ve yer almak, gerektiğinde bu hakkın kullanmak ve korumak için gereken kurum kuruluş ve yargısal mercilere başvurmak gerekmektedir.

Örnek olarak söylersek sağlıklı bir kent için her şehrin kendine ait bir sağlık politikasının olması gereklidir. Biz şehrimizde böyle bir sağlık politikası var mı yok mu bilmiyoruz. Bu bir bilinçlenmeme sorunudur. Sağlık hakkı için Erzurum’un Sivil Toplum Kuruluşların olması ve kent konseyi içerisinde yer alması gerekir ama maalesef bu alanda çalışan ne bir Sivil Toplum Kuruluşumuz var nede kent konseyi düşünüldüğü gibi bu konuda etkin değildir.

UCUZ VE ÖDENEBİLİR KOŞULLARDA ISINMA HAKKI

Ucuz ve ödenebilir koşullarda ısınma hakkı özellikle kış ayları sert geçen ilimiz için oldukça önemli bir haktır. Bu hakkın kapsamında insanların yaşamış oldukları iklim koşullarına uygun ısınma araçlarına kolayca ve düşük maliyetle ulaşma imkânlarının sunulmasını ihtiva eder. Bunun için alternatif ısı kaynaklarının ve ısınma sistemlerinin insanların kullanımına sunulması gerekmektedir. Yaşam hakkı ile doğrudan alakalı olan bir haktır. Uluslararası literatürde daha tam olarak tartışılmayan ve bizim ülkemizde ise daha dikkatleri üzerinde çekmeyen bir hak olarak karşımıza çıkmaktadır.

Ucuz ve Ödenebilir koşullarda ısınma hakkı, insanların temel gıda, sağlıklı su gibi temel ihtiyaçlarını karşılandıktan sonra kalan hane gelirinin ailenin diğer ihtiyaçlarını da dengeli bir şekilde gidermelerine fırsat verecek kadar bir maliyetle ve mümkünse aylara bölünecek şekilde faturalandırılması esasına dayanır.

Bu hakkın kullanımında önemli olan kullanılan ısı kaynağının ve ısı sisteminin havaya, çevreye ve ekolojik hayata en az zarar verecek şekilde temini ve kullanımını da içeren bir çevre sorumluluğunu da insanlara yükler.

Bugün Erzurum’da ısınma sistemi olarak bireysel ve toplu sistemlerin kullanıldığı görülmektedir. Bireysel ısınma da genellikle kömür sobası ve Kombi olarak nitelendirilen doğal gaz tüketimine dayalı sistemler kullanılırken, toplu ısınma sisteminde ise doğal gaz ve kömürün yakıt olarak kullanıldığı kalorifer sistemleri kullanıldığı görülmektedir.

Erzurum’da ısı kaynağı olarak sırasıyla kömür, doğal gaz, elektrik enerjisi kullanılmaktadır. Özellikle şehir içerisinde alternatif ısınma imkânları mevcut iken ilçelerimizde bu imkân bulunmamaktadır.

İklim koşulları dikkate alındığı zaman ısınma için harcanan para miktarı yüksektir ortalama olarak hane başına yıllık 1050 TL civarı ısınma için masraf yapıldığı görülmektedir. Bu kış aylarında geçimini asgari ücret seviyesinde sağlayan aileler için ciddi bir yük getirmektedir. Bu maliyetlerin yüksek olmasının önemli bir sebebi ise ısınma kaynaklarında uygulanan vergi oranlarının yüksek olmasının da payı büyüktür.

İlimizde ısınma maliyetindeki bu yükseklik başta kaçak elektrik kullanma ve enerji değeri düşük olan ve çevreye ciddi zarar veren kömürlerin kaçak olarak kullanılmasına sebebiyet vermektedir.

Dar gelirli veya geliri olmayanlar için yapılmış olunan kömür yardımları ise kalitesizliğinden dolayı ciddi bir şekilde hava kirliliğine yol açmaktadır.

Isınma hakkında yapılan en önemli hata ise büyük konut yapımının ve talebinin çoğunlukta olması ve bu tür konutların ısıtılmasındaki maliyetlerin yüksek olması nedeniyle ciddi külfetler getirmektedir.

EŞİT VE ÖDENEBİLİR KOŞULLARDA TOPLU ULAŞIM HAKKI

Toplu ulaşım şehir içi ve şehirlerarası olmak üzere iki ana başlık altında toplanmaktadır. Amaç her iki ulaşım ağında da insanların eşit ve ödenebilir uygun fiyatlarla bu ulaşımın sağlanmasıdır ve anayasamızın yerleşme ve seyahat hürriyetini düzenleyen 23. Maddesi kapsamında ele alınmalıdır. Amaç insanların; nitelikli, sağlığa uygun bir ulaşım hizmetine eşit olarak ve ödenebilir koşullarda sahip olmalarıdır. Bunun ilk koşulu uluslararası kalitelere uygun ve can güvenliğinin sağlandığı ve korunduğu yolların inşası, alternatif ulaşım sistemlerinin birbirlerini destekleyecek şekilde hizmete sunulmasından geçmektedir. Sadece karayolları değil, havayolları, demiryolları ve deniz yollarında nitelikli araçların ve iyi eğitim almış araç kullanıcılarının idaresi altında güvenilir bir şekilde seyahatin yapılmasını kapsamaktadır.

Şehirlerarası seyahat imkânını şehrimiz açısından incelediğimiz zaman şu hususlar dikkati çekmektedir. Şehrimiz başta bölünmüş yollar olmak üzere karayolları, demiryolları ve hava yolu ile ülkenin hemen hemen her bölgesi ile bağlantısı sağlanmaktadır.

Üç adet otobüs firması ve yolu Erzurum’dan geçen diğer illerin otobüs firmaları ile karayolu üzerinden şehirlerarası toplu ulaşım imkânı mevcuttur. Demir yolu üzerinden doğuda Karsa batıda ise Ankara üzerinden İstanbul’a ulaşma imkânı vardır. Ancak demiryollarımızın henüz ülkemizin batı bölgeleri ile kıyaslanabilecek kaliteye ulaşamadığı ve çağın gereklerinin çok gerisinde bir kalite ve hız ile bu tür ulaşımın yapıldığını gözden kaçırmamamız gerekmektedir. Demiryollarındaki bu yetersizliğe karşı Şehrimize yeni yapılmış olunan hava alanı terminali ile havayolları hizmeti alınmakta ve uçak ile yolculukta ülke genelinde ilk on il içerisinde yer almaktadır.

Alternatif ulaşım imkânları sayesinde şehirlerarası ulaşımda uygun koşullarda yararlanma olanağına şehrimiz sahip olmuştur.

Yeni şehir terminalinin yapılması ile otobüs ile yapılan seyahatlerde şehir üzerinden alınan hizmetin kalitesinin artırılacağı beklenilmektedir. Şehir istasyonundaki yenileme çalışmaları ile yolculara sunulan gar hizmeti iyileştirilmiştir. Tek sıkıntı Tren seferlerinde yaşanan ve yol kalitesinin istenildiği şekilde artırılamaması nedeniyle yaşanan gecikmeler ve yavaş sağlanan ulaşımdan dolayı hizmet kalitesinin düşmesidir. Ancak yapılması planlanan hızlı tren hattının şehrimize ulaşması ile bu sıkıntıda giderileceği umulmaktadır.

Şehirlerarası ulaşımda şehrimizde yaşanan en önemli sıkıntı alternatif ulaşım araçları arasında koordinenin tam olarak sağlanamaması yüzünden aktarmalı yolculuk yapmak zorunda kalan yolcuların mağdur edilmesidir. Bu sorun toplu ulaşım açısından ülkemizin genelinde var olan ve çağdaş diye nitelendirilen hemen hemen gelişmiş bütün ülkelerde aşılmış olunan bir sorundur

Ulaşım hakkının şehircilik açısından en önemli olan kısmı şehir içi ulaşımdır.

Şehir içi ulaşım aslında en önemli şehircilik faaliyetleri arasında yer almakta olup şehir planlamasının önemli bir ayağını oluşturmaktadır. Bu ulaşımın başarılı olabilmesi için iyi planlamış bir şehrin olması, yol ağının ve genişliğinin yüz yıllık olarak planlaması ve Trafik akım çizelgesinin 10 – 15 yıllık dönemler itibariyle yapılması gerekmektedir. Maalesef bu yönde ülkemizde yerel yönetimler oldukça başarısız kalmışlardır. Şehrimizde bu başarısızlıktan nasibini almıştır. Şehrimizin yolları ihtiyaca vermeyecek kadar dar yapılmıştır. Tabiri caizse at arabaları için yapılmış yollardan bugün kamyonlar ve otobüsler geçirilmeye çalışılmaktadır. İşin en düşündürücü tarafı ise iskâna yeni açılmış olunan yerleşim yerlerimizde de aynı hatalar işlenmektedir. Yollarımızın dar ve mevcut ihtiyaca cevap vermemesi büyük boy otobüslerin toplu ulaşımda kullanılması yönünde ciddi bir engel oluşturmaktadır.

Uluslararası literatürde savunulan şehir içi toplu taşımanın bugünkü koşullarda dünyanın hemen hemen hiçbir bölgesinde gerçekleşmesi mümkün gözükmemektedir. Ancak bu bir ideal hedef olarak yerel yönetimlerimizin hedefinde olmalıdır. Bu gün şehir içi ulaşımda yürürlükte olan tarife diğer şehirler ile mukayese edildiğinde normal seviyede olduğu görülmektedir.

Temel olarak hakların kullanımına ilişkin hizmetlerin özelleştirilmemesi ve kamunun elinde olması prensibi en çok bu hakkın kullanımında ihlal edilmektedir. Bu maalesef ülkemizde de sık sık başvurulan bir uygulama olarak karşımıza çıkmaktadır. Toplu ulaşımın kamu elinde olması ve özelleştirme olmaması bizim şehrimizde de açık ve ağır bir şekilde ihlal edilmiştir. Erzurum belediyesinin borçlarını ödemek amacıyla elindeki toplu ulaşım araçlarını hatları ile birlikte satması ile uzun yıllar boyunca belediye toplu ulaşım hizmetlerinden uzak kalmıştır. 2011 üniversite kış oyunları hazırlık çalışmaları kapsamında büyük şehir belediyesi diğer büyük şehirlerde hizmetten kalkmış olan eski körüklü otobüsler ve daha sonrada yeni almış olduğu birkaç yeni körüklü otobüs ile toplu ulaşım hizmetlerine tekrar başlamıştır. Ancak şehir içi toplu ulaşım genelde özel halk otobüsleri adı altında midibüsler ile dolmuş olarak tabir edilen minibüsler ile sürdürülmektedir.

Toplu ulaşım konusunda önemli olan bir başka temel ilke toplu ulaşımın nitelikli insan sağlığına uygun araçlarla yapılmasıdır. Bugün toplu ulaşımda kullanmış olduğumuz araçlar düşük yoğunluklu yolcu kapasitesi nedeniyle küçük ölçekli araçlar kullanılmaktadır. Ancak belirli hatlarda çalışan araçlarda yolcu taşımacılığın yüksek olduğu saatlerde ayakta yolcu taşındığı görülmektedir. Büyükşehir belediyesi tarafınca çalıştırılan körüklü otobüslerden yeni alınarak hizmete sunulmuş olunanların yolcu taşıma niteliği yüksektir. Ancak eski model körüklü otobüslerin bu niteliğe uygun olduğunu söylemek pek mümkün değildir. Toplu ulaşım araçlarının niteliğinin belirleyici unsuru bu tür araçların kullanan toplumun fiziki ve toplumsal değerlere uygun olması, araçların kullanıldığı yerin iklimine uygun olarak ısıtma ve havalandırma sistemlerine sahip olması, iniş ve binişlerde zorluk yaşanmamasını gerektirmektedir. Bu yönden bakıldığı zaman minibüslerimizin yolcu taşıma niteliğinin alınan yeni araçlar ile iyileştiği görülmektedir. Ancak özel hak otobüslerimizin yeni alınan birkaç modelinin dışında gerektiği gibi iniş ve binişlerde kolaylık sağlamadığı, ayakta yolculuk için elverişli olmadığı görülmektedir. Zaten toplu ulaşımda nihai hedefin ayakta yolcu taşımayı azaltma ve hatta hiç olmaması yönünde olduğunu hatırlarsak toplu ulaşım araçlarımızın koltuk sayısını artırıcı tarzda önlemler alınması ve bu şekilde toplu ulaşım araçlarının hizmete sunulması gerektiği ortaya çıkar. Büyük ölçekli toplu ulaşım araçlarının şu anda Erzurum Trafik yoğunluğu ve yol kalitesi ve genişliği dikkate alındığı zaman pekte uygun olmadığı da bir gerçektir. Yine büyük kapasiteli toplu ulaşım araçlarının kullanılmasında karşımıza çıkan bir diğer husus ise günlük toplu ulaşım yolcu kapasitesinin düşüklüğüdür. Bu düşüklükten dolayı büyük toplu ulaşım araçlarının kullanılmasının ekonomik olmadığı anlaşılmaktadır. Bu iki nedenden dolayı nitelikli toplu ulaşım için ayakta yolcu taşımaya son verebilmenin kısa vadeli tek çözüm yolunun araçların sefer sayısının artırılması olduğu görülmektedir.

24 saat kesintisiz şehir içi toplu ulaşım hizmetinin sunulabilmesi bugün şehrimiz için bir hayaldir. Bunda özellikle belirli bir saatten sonra şehrin sosyal hareketliliği ve iş hayatının bitmesi ve insan hareketliliğinin durması önemli bir nedendir. Bu noktada önem kazanan taşımacılık türü ticari taksiler olmaktadır. Ancak iş kapasitesindeki düşüklük ticari taksi hizmetlerinin de belirli bir saatte durmasına neden olmaktadır. Acil durumlarda ve zor durumda kalan vatandaşların bu tür sıkıntılarının giderilebilmesi için belediyelerce tahsis edilecek özel servisler haricinde 24 saat prensibi ile ulaşım hizmeti sunmak pek mümkün değildir.

Toplu ulaşım hakkının sağlıklı işleyebilmesi amacıyla karayolu ulaşımı yerine yerel özelliklere uygun alternatif toplu ulaşım araçlarının devreye sokulması ve bunların birbirleri ile uyumlulaştırılması ve birbirlerinin destekleyicisi olarak kullanılması gerekmektedir. Dünyada toplu ulaşım sistemleri ve kullandıkları araçların belirleyicisi ilk önce şehrin yol durumu ve saat başına taşınacak olunan yolcu durumu ile şehrin denize kıyısının olup olmadığı ve şehrin eskiliği ve barındırmış olduğu tarihi ve sanatsal değeri olan eserlerin miktarı ve şehre dağılımıdır.

Toplu ulaşım sistemlerine ve bu sistemlerin kullandıkları araçlara baktığımız zaman şu sistemleri ve araçları görürüz. Dünyada en çok kullanılan şehir içi toplu ulaşım sisteminin lastikli karayolları araçlarına dayanan olduğu görülür. Deniz kenarında kurulan şehirlerde ise deniz araçları ile taşımacılık kullanılacaktır. Nüfusunun 500.000 ile 1.000.000 arasında olanlarda hafif raylı sistem ve nüfusu 1.000.000 ile 5.000.000 arasında olanlarda hafif metro, nüfusu 5.000.000 ile 10.000.000 arasında olanlarda ağır metro, nüfusu 10.000.000 üzerinde olanlarda ise ağır raylı sistemlerin kullanılması gereklidir. Bu araçların büyüklüğü ilk önce şehrin yol genişliğine, trafik yoğunluğuna ve saat başına düşen yolcu sayısına bağlıdır. Dar yollu olan bir şehirde büyük araçların çalıştırılması trafiğin sağlıklı bir şekilde işlemesine engel olacağı ve aracın manevra kabiliyetini kısıtlayacağından dolayı pek mümkün olmaz. Aynı şekilde yolcu sayısı azsa bu tür araçların kullanılması ekonomik olmaz ve hizmetin sürdürülebilirliği mümkün olmaz Öteki taraftan saat başına yolcu sayısının fazla olduğu bir şehirde ise küçük veya orta ölçekli araçların kullanılması toplu ulaşımın kalitesini düşürecek, ayakta yolcu taşınacak ve trafikteki araç yükünü artıracaktır. Tarihi bir şehirde ve tarihi ve sanatsal değeri olan eserlerin çok olduğu bir şehirde raylı metro sisteminin kurulması için gereken kazıların yapılması sorun olacaktır. Toplu ulaşımın sağlıklı bir şekilde işleyebilmesi için şehrin koşullarına uygun olarak mevcut olan toplu taşıma sistemlerini birbirine alternatif ve birbirlerini tamamlayıcı şekilde kullanmaları ve mümkün olduğu kadar sefer sayısı, koltuk sayısı ve yolcu sayısı dengesini sağlayarak trafikteki özel oto sayısının azaltılması gereklidir

Bu bilgilerin ışığı altında şehrimizde toplu ulaşım sistemine baktığımız zaman şehrimizin nüfusunun 500. 000 altında olması toplu taşımacılığın sürdürülebilir olması ve hizmetten faydalananların ekonomik olarak bu hizmetten yararlanabilmeleri için raylı sisteme müsaade etmemektedir. Körüklü otobüslerin seferleri esnasında genellikle boş koltuklarla seferlerini tamamlamaları bu konuda hemşerilerimize bir fikir vereceği kanaatindeyiz. Aynı şekilde şehrimizin dar yollardan oluşması hem alternatif ulaşım sistemi olan raylı sistemin kullanılması için gerekli olan raylı yolun hem de yolcu indirme bindirme yerlerinin yapılması yönünde imkân vermemektedir. Bu türden bir sistemin kullanılabilmesi için şehirde yeni bir planlamanın ve yol genişletme çalışmalarının yapılması gerektiği gözden kaçmamalıdır. Körüklü olarak nitelendirilen otobüslerin şehir merkezindeki trafikte manevra güçlüğü yaşaması bu yönden de hemşerilerimize ne demek istediğimiz hakkında bir fikir verecektir.

Bu gün şehrimizde toplu ulaşım sistemi ağırlık itibariyle küçük kapasiteli lastikli araçlarla sağlanmaktadır. Bu hem kaliteli yolculuğa engel olmakta hem de optimum seviyede ekonomikliği sağlayamamaktadır. Toplu ulaşım hakkının şehrimizde sağlıklı olarak işleyebilmesi için şehrin yeniden planlaması ve bu planlama esnasında alternatif toplu taşımacılık sistemlerin nüfusun artışına paralel olarak devreye ucuz ve hızlı bir şekilde girmesi için alt yapı planlamalarının ve imar izinlerinin buna göre verilmesi gerekmektedir.

Toplu ulaşımın nihai hedeflerinden bir tanesi ise artan otomobil ile ulaşım miktarının azaltılması ve insanların acil durumlar ve aile ile alışveriş haricinde toplu ulaşım araçlarına yönlendirilmesidir. Bugün şehrimizde hızla artan araç yoğunluğu karşısında toplu ulaşım sistemimiz yetersiz kalmaktadır. Hem toplu ulaşım ile taşınacak olan yolcu sayısını düşürmesi, hem trafik yükünün artırılması ve çevre kirliliğine vermiş olduğu sebebiyetten dolayı dünyanın gelişmiş ülkeleri otomobil ile sağlanan kişisel ulaşımı azaltmaya çalışmaktadırlar. Bizim ülkemizde ise özellikle uzun vadelerle sağlanan kredilerle otomobil sahibi olmak özendirilmektedir. Bundan bir memur şehri olan Erzurum da payını almaktadır. Bu gün şehrimizin toplu ulaşıma geri dönmesi ve ulaşımın toplu ulaşım araçları ile yapılması hem trafik yoğunluğumuz, hem de şehir içi yolların darlığı nedeniyle olmazsa olmaz olmasına rağmen halkımız hızlı bir şekilde toplu ulaşım araçlarından uzaklaşmaya başlamaktadır. Toplu ulaşım araçlarında araç ile yolculuk yapma oranının düşürülmesi, sefer sayılarının artırılması ve belirli hatlarda normal otobüs araçlarının sefere sokulması ile bireylerin yeniden toplu ulaşım araçlarına talep etmeleri sağlanabilecektir.

Dolayısıyla şehrimizde özel otomobil ile ulaşımın önlenebilmesi için ilk etapta yerel yönetimce belli bir miktarda zarar göz önüne alınarak körüklü olmayan otobüslerin devreye sokulması yoluyla koltuk sayısının artırılması gerekmektedir. Bunun yanı sıra durak yerlerinin doğru tespiti ile halkın yavaş yavaş toplu ulaşım araçlarına çekilmesi ve nüfusun artışına paralel olarak alternatif toplu ulaşım sistemlerini devreye sokacak planlamalar yapılmalıdır. Bu tür politikaların başarıya ulaşması ile toplu ulaşımda da kalite artışı da sağlanabilecektir. Bu artış ile hem sosyal hayata zarar vermeyen bir şehir hayatına ilişkin adımlar atılmış olunacaktır.

Toplu ulaşımda hedeflenen diğer bir husus toplu ulaşımın gelişmesi ile azalan otomobil trafiği ile yaya ve bisikletlilerin haklarının daha fazla korunmasının sağlanmasıdır.

Toplu ulaşım hakkının önemli bir konusu ise kadınların duraklardan rahatça istifade edebilmeleri için gerekli çevre ve aydınlatma düzenlemeleri ile güvenlik tedbirlerinin alınmasını sağlamak ve hem araçlarda hem de durak ve durak çevrelerinde yaşlılar, engelliler ve çocuklara yönelik düzenlemelerin yapılmasıdır. Bugün şehrimizin en sıkıntılı noktası engelli, yaşlı, hamile ve çocuklu vatandaşlarımızın kolayca inip binecekleri araç ve durakların olmaması ve dış mahallelerde durak çevrelerinde geceleri yeterli aydınlatmaların olmamasıdır. Durakların üzerinde geçen otobüslerin sefer numaraları ve saatlerinin belirtilmemesi de ayrı bir sıkıntı olmaktadır. Bazı uzak yerlerde otobüs şoförlerinin araç içerisinde o durakta inecek yolcusu olmaması nedeniyle seferlerini durağa uğramadan tamamlamaları toplu ulaşım sistemimizin bir başka sıkıntılı tarafıdır.

Özetlersek şehrimizde sağlıklı bir toplu ulaşım sistemine sahip olabilmek için şehir nüfusu ve şehrin fiziki koşullarına uygun ulaşım sisteminin ve araçların seçilmesi, araçların iniş ve biniş ile yolcu taşımacılığında niteliğinin artırılması için gereken özenin gösterilmesi, durak çevrelerinin gerektiği gibi düzenlenmesi, belediyenin toplu taşımacılıkta daha aktif rol alması ve şehir planlaması yapılırken yolların geniş tutulması ve bir gün buradan tren, metro, hafif raylı bir sistem kullanmak zorunda kalabiliriz şeklinde düşünülmesi gerektiği unutulmamalıdır. Bugün itibariyle her ne kadar şehrimizde toplu ulaşım arzulanan nitelikte olmasa da benzer iller içerisinde kıyaslama yapıldığında iyi durumda bulunduğunu söyleyebiliriz. Toplu taşımacılığımızın nitelikli bir hale gelmesi için kullanılan taşıtların koltuk ara genişliği, koltuk sayısı, iniş ve binişte kolaylık sağlayacak modellere geçilmesi gerekmektedir.

YAYA HAKLARININ YAŞAMA GEÇİRİLDİĞİ KENT HAKKI:

İnsan Hakları Derneği, yayınlamış olduğu Yaya hakları bildirgesi ile “Yaya lığın, diğer insanlara ve çevreye hiçbir zarar vermeyen, insanın kendi sağlığına katkıda bulunan ve insanlar arası etkileşimi artıran bir ulaşım biçimidir.” Diyerek yaya haklarının neden yaşama geçirilmesi gerektiğini kısaca özetlemiştir.

Yaya Haklarının var olabilmesi için dernek dört ana husus üzerinde durmaktadır. Aşağıda bu hususlar ana başlıkları altında incelenecektir.

Bütün yerleşim merkezlerinde yaygın bir yaya kaldırım ağının bulunması ilk husustur. Yayaların rahatça hareket edebilmeleri için ilk şart kendilerine ait bir yaya yolunun olmasıdır. Bu yol kaldırım olarak isimlendirilmektedir. Kaldırımın genişliği otolara ayrılmış olunan yolların genişliği ve yaya akışının yoğunluğuna göre belirlenmektedir. Bu oran Paris şehrinde yol genişliğinin 1/5’ i esas alınmak suretiyle tespit edilmektedir. ABD ise yine benzer bir oran kullanılmaktadır. Şehir ve kasaba olmasına göre kaldırım genişliğini yol genişliğinin 1/5 i ile 1/10 arasında değişmesi şehir planlayıcıları tarafınca kabul edilmektedir. Örnek verirsek 50 metre genişliğinde bir otomobil yolunun olduğu bir caddede yolun her bir kenarında 5 metre genişliğinde bir yaya yolunun yani kaldırımın olmasına şehir planlamacıları dikkat etmektedir. Yaya akışının çok olduğu ana cadde ve alış veriş merkezleri, okullar vb. olduğu yerlerde bu genişlik iki katına kadar çıkarılmaktadır. Mümkün olduğu kadar binaların cepheleri aynı hizada tutularak bu kaldırımlarda ve dolayısıyla yollarda bir daralma ve genişleme olmamasına dikkat edilmektedir. Kaldırımların karşı karşıya geçişi kolaylaştıracak şekilde yolun her iki yakasındaki kaldırımlar arasında alt ve üst yaya geçiş noktaları ile cadde üzerinde geçişlerin yapılacağı ve trafik polisi, ışıklar ve işaret levhaları ile güvence altına alınmış cadde üstü geçiş noktaları belirlenmesi uluslararası bir standart olarak benimsenmiştir.

Kaldırımların yüksekliği engellilerin, yaşlıların ve çocukların rahatça binip çıkabilecekleri yükseklikte olması gerekmektedir. Kaldırımların binalara bakan tarafında her türlü yağmur suyu ve buz sarkıtlarına karşı korunaklı olması gerekmektedir. Yine kaldırımların her türlü düşme ve yaralanmaya sebebiyet verecek kazalara karşı tasarlanması ve gereken temizlik ve bakımın yapılması gerekmektedir.

Bu gün şehrimize baktığımız zaman otolar için ayırmış olduğumuz yollarımız gibi kaldırımlarımızın genişliğinin de yetersiz olduğu görülmektedir. Kaldırım genişliğinin yol genişliğine paralel hazırlanmadığı ve dolayısıyla şehrin estetiğini bozduğunu görmekteyiz. Yaya kaldırımlarımızın yaya akışının çok olduğu yerlerde geniş tutulmasına ilişkin her hangi bir planlama ve çalışma olmadığı da açıktır. Kaldırımlarımızın yüksekliği özellikle engelli ve yaşlılarımız ile küçük çocuklarımız için ciddi sıkıntılara yol açmaktadır. Karşıdan karşıya geçişler için yaya geçişlerimizin sayısının yetersiz olduğu ve gerektiği gibi trafik polisi, ışıkları ve levhaları ile güvenlik altına alınmadığı görülmektedir. Şehrin merkezinde yeteri kadar alt ve üst geçitlerin olmadığı var olanların ise halk tarafınca kullanılmadığı ve bunlara inmek ve çıkmak için yapılan giriş ve çıkışların engelli ve yaşlı vatandaşlarımız ile küçük çocuklarının kullanımına elverişli olmadığı görülmektedir kaldırım genişliklerimiz sabit değildir. Bazen tek bir kişinin yürümesine bile elverişsiz olduğu ve hatta hiç olmadığı görülmektedir. Özellikle kış aylarında gerekildiği gibi karla mücadele yapılmadığı için kaldırımların kar ve buz altında kaldığından dolayı kullanılmamakta ve buzlanmadan dolayı kayganlaştığından dolayı birçok kırıkla neticelenen düşmelere sebebiyet vermekte ve vatandaşlarımızın sağlık hakkını ihlal etmektedir. Yağmurlu günlerde binaların çatısından akan yağmur sularına karşı bir tedbir alınmadığından dolayı kaldırımların binalara bakan kısmından gezmek zorlaşmaktadır. Kış aylarında ise binaların çatılarından sarkan buz sarkıtları vatandaşlarımızın can güvenliğine yönelik bir tehdit olarak karşımıza çıkmaktadır. Yine yağmurlu günlerde drenaj sisteminin yokluğu ve kanalizasyon sisteminin yetersizliğinden dolayı caddelerde oluşan su birikintilerinden dolayı karşıdan karşıya geçişlerde yayalar açısından ciddi bir sorun oluşturmaktadır. Bir de bu sorunlara yaz aylarında esnafın kaldırımı işgal ederek ürünlerini sergilemesi, kahve ve lokantaların masa ve sandalye koyarak yetersiz olan kaldırımlarımızı iyice yaya geçişine kapatmaktadır. Kaldırımlar üzerine taşan inşaat faaliyetleri yaya yollarımızı kullanılmaz hale getiren diğer bir husus olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bütün bu nedenlerden dolayı şehrimizde sağlıklı bir yaya kaldırım sisteminin olmadığını ve yollara taşan bir yaya trafiği ile karşı karşıya kaldığımızı, engelli ve yaşlı vatandaşlarımızın şehir hayatından uzak kaldığı gerçeği ile yüzleşmekteyiz. Bunlardan dolayı bir şehir hakkı olarak kabul edilen yaya haklarının şehrimizde ihlal edildiği ve hatta hiç olmadığını söyleyebiliriz.

Şehir merkezlerinin ağırlıklı olarak yaya bölgeleri olarak düzenlenmesi ise yaya haklarının varlığı için gerekli olan ikinci husustur. Bugün gelişmiş olan ülkelerin ve şehirlerinin tamamına yakınında trafiğe kapalı bölge altında uygulamalar yapılmaktadır. Özellikle şehir merkezinde, kültür ve alışveriş alanlarının çok olduğu şehrin merkezindeki bölgelerde yaya bölgeleri mevcuttur. Yaya bölgeleri ile şehrin merkezinin artan trafik yoğunluğuna bağlı olarak gürültüye ve kirliliğe esir olmaktan kurtarmak, şehir merkezinin bir alışveriş ve baş zamanların değerlendirildiği bir merkez haline gelmesi hedeflenmektedir. Şehrin bir cazibe merkezi haline gelmesi için araç ve insan dengesinin gözetilmesi amacıyla bu uygulamaya bugün Avrupa’nın ve Amerika’nın birçok şehrinde ağırlık verilmektedir. Özellikle şehrimiz gibi kadim olan şehirlerde bu aynı zamanda bir markalaşma ve çevre ile bütünleşme amacı güdülerek bu alanlara önem verilmektedir.

Bugün şehir merkezimizde yayalara ayrılmış bölge sadece taş mağazaları diye anılan yer olup, yaya hakları için şehrimizde atılan en önemli adımı teşkil etmektedir. Ancak şehrimizin kadimliği ve turistik değeri dikkate alındığı zaman yeterli olmadığı ve bu bölgenin giriş ve çıkışlarında trafiğe ayrılan alanın plansızlığı ve çevrede yaşanan otopark yetersizliği yüzünden elde edilebilecek faydada düşüklük yaşandığı unutulmamalıdır.

Yaya hakları için önemli olan üçüncü husus yaya yollarının motorlu araçların işgalinden korunmasıdır. “Kaldırımların yüksekliği kültür oranı ile ters orantılıdır.” Sözü aslında yayalar için ayrılmış yolların yani kaldırımların otomobillerin kaldırımları otopark olarak kullanılmasını önlemek amacıyla belediyelerce kaldırımların yüksekliğinin artırılması üzerine söylenmiştir. Gerçekten de ülkemizde yaşanan en ciddi sorunlardan bir tanesi şehir imarlarına ilişkin planlarda oto park alanlarının ihmal edilmesi ve bundan dolayı da şehirlerimizde yaşanan otopark sıkıntısını çeken sürücülerin araçlarını kaldırımlar üzerine park ederek bu sıkıntıdan kendilerini kurtarma düşünceleridir. Bugün şehrimizdeki kaldırımların yüksekliği motorlu taşıtların kaldırımlara park etme şansını ortadan kaldırmıştır. Ancak artan kaldırım yükseklikleri özellikle engelli, yaşlı ve küçük çocukların hareket alanını kısıtlamıştır. Yaya yollarının motorlu araçların işgalinden kurtarmak için en sağlıklı yöntem oto park alanları oluşturarak, motorlu araçların rahatça park edilme imkânının sağlanması ve sürücülerin yaya hakları konusunda bilinçlendirilmesi ve buralara park eden sürücülere karşı etkili ve caydırıcı para cezalarının kullanılması gerekmektedir. Yaya yollarının işgalindeki diğer önemli bir husus ise kaldırım aralarında araçların durarak yayaların yollarına devam edebilmeleri için motorlu araçlara ait olan yollara inmelerine sebebiyet vermektedir. Yaya yollarına ilişkin diğer bir motorlu araç ihlali ise araçların yaya geçidi olarak belirlenen geçişler üzerinde park etmeleri veya kırmızı ışık ta yaya güvenlik şeridini geçerek durmalarıdır. Bütün bu yaşananlar yaya hakkını şehrimizde ihlal etmektedir.

Yaya haklarının varlığından bahsedilebilmesi için olması gereken son husus ise şehir yönetiminin yaya yoluna gerekli hizmet ve tesislerle donatılmasıdır. Bu hizmet ve tesislerin başında yaya yolundan rahatça toplu konut araçlarına inip binecekleri durakların olmasıdır. Bu durakların çevrelerinde ise umumi tuvalet yerlerinin bulunması gereklidir. Yayaların yoruldukları zaman oturabilecekleri bankların vb. oturma yerlerinin olması ve yağmurlu havalarda yayaların sığınabilecekleri üzeri kapalı barınakların yapılması gereklidir. Yayaların alabileceği hizmetlerin bir diğer ayağını ise yolları üzerinde ihtiyaç duydukları su, meşrubat vb. ihtiyaçlarını kolayca alabilecekleri büfe tarzı yerlerin hizmete sunulmasıdır. Yayalar için sunulacak en önemli hizmet can ve mal güvenliğini sağlayıcı güvenlik tedbirlerini almak ve yeterli sayıda yaya ve motorize güvenlik elamanlarının görevlendirilmesi gelmektedir. Yaya yollarının en iyi şekilde aydınlatılması ve başıboş hayvanlardan temizlenmesi gereklidir. Bu açıdan baktığımız zaman maalesef şehrimizde yaya haklarına yönelik ciddi bir sıkıntı olduğu göze çarpacaktır.

UCUZ VE GÜVENLİ KİTLE ERİŞİM ARAÇLARINA ULAŞMA HAKKI

Kitle iletişim araçları, genel bir tanımla “kitlesel bir boyutta ileti dağıtabilen araçlar” olarak tanımlanabilir. Kitle iletişim araçları; haber ve bilgi verme amacı başta olmak üzere, eğitmek ve eğlendirmek gibi amaçlar taşıyan, belirli bir okuyucu kitlesine, belirli aralıklarla ya da sürekli olarak ulaşan araçlardır.

Teknolojik gelişimin tabii sonucu olarak gelişen ve elektronikleşen iletişim araçları, iletişime sürat ve kolaylık sağlamakla kalmamış; aynı zamanda iletişimi, kitle iletişimine çevirmiştir. Günümüzde İnternet (e-posta vd.), telgraf, telefon, faks gibi haberleşme araçları; gazete, radyo, televizyon gibi kitle iletişim araçları; uydular, bilgisayarlar (İnternet) birer iletişim aracı olarak iletişimin ayrılmaz parçaları durumuna gelmiştir. Bu elektronik iletişim araçları, günümüzde, kurduğu haberleşme ağıyla kültürü de yaygınlaştırmış; küresel bir köye dönüştürmüştür.

Günümüzde toplumsal varoluşu gerçekleştirerek ortaklık yaratmak, bu varoluşu ve ortaklığı sürdürebilmek için kitle iletişimine; dolayısıyla kitle iletişim araçlarına ihtiyaç vardır. Çünkü kitle iletişim araçları, uzmanların ortak bir noktada birleştikleri üzere, sahip olduğu özellikleriyle alıcı kitlesi üzerinde yarattığı etki ve etkileşim süreci sonunda toplumsallaştırmayı gerçekleştirmeye muktedir araçlardır.(www.turkcebilgi.com)

Bugünün dünyası bir bilişim ve iletişim merkezi haline gelmiştir. Tabiri caizse dünyayı tek bir toplum haline getirme, kültürleri birbirleriyle kaynaştırma ve bu süreçte kişisel isteklerin ve hedeflerin topluma aktarılması ve toplumun değerlerinin de bireylerce anlaşılması bu yolla mümkün olmaktadır.

Dünyadaki bilgi akışı toplumlardan toplumlara, kültürlerden kültürlere ve bireylerden topluma toplumdan bireylere aktarılması kitle iletişim araçları ile mümkün olmaktadır. Dolayısıyla buradaki bilgi akışlarının doğru ve güvenilir olması şarttır. Bunların üzerinde yanıltıcı bilgilerin verilmemesi ve kişisel bilgilerin ilgisi olmayanlarca öğrenilmemesi için gereken tedbirlerin alınması devletin sorumluluğu altındadır ve Anayasamızca haberleşme hürriyeti başlığı altında güvence altına alınmıştır. Bu kitle iletişim araçlarının kullanılabilmesi ve ulaşılabilir olması için ödenebilir fiyatlardan olması şarttır.

Bugün ülkemizde kitle iletişim araçlarının kullanılmasına yönelik alt yapının geliştirilmesi çalışmaları devam etmekte ve dünya ile mukayese edildiği zaman pekte geride olmadığı görülmektedir. Ancak Türkiye’de iletişim araçlarının üzerine uygulanılmış olunan vergi çeşitliliğinin fazla olması ve uygulanan vergi oranlarının yüksekliği ve hizmet sunucularının sayısının azlığı nedeniyle fiyatlar aile geliri ile orantılandığı zaman dünyanın gelişmiş devletlerine göre yüksek olmaktadır.

Bugün şehrimizde kitle iletişim araçlarının hemen hemen hepsi kullanılmakta ve altyapı tamamlanmak üzeredir. Ancak yerel düzeyde basılı, sözel ve görsel medya gelişmemiş ve ciddi bir finansal, teknik ve eleman sıkıntısı bulunmaktadır. Buda yerel düzeyde kitle iletişime ve yerel demokrasi anlayışımıza ağır bir darbe vurmaktadır. Şehrimize yönelik yayın yapan internet siteleri yazılı ve görsek medyaya göre daha fazla takip edilmektedir. Fakat bu sitelere şehir dışındaki girişlerin şehir içindeki girişlere göre çok daha fazla olduğu göz önüne alındığı zaman Erzurum’da halkın güncel sorunlara ve şehre yönelik bilgilenmeye karşı kayıtsız kaldığı görülmektedir. Kitle iletişim araçlarına ulaşma yönünde Erzurum halkının karşılaşmış olduğu en ciddi sorun yüksek işsizlik oranı ve istihdamın büyük bir kısmının asgari ücret veya asgari ücretin biraz üstündeki bir ücretle sağlanması yüzünden aile gelirine göre bunların getirmiş olduğu maddi külfetin yüksekliği kitle erişim araçlarına ulaşmada bir kısıtlamaya sebebiyet vermesidir.

Yaşamış Olduğu Şehre Ait Olduğunu His Etme Ve Yaşadığı Şehri Sevmek Unsuru Bakımından Erzurum’da İnsan

İNSAN HAKLARININ YAŞAMA GEÇİRİLDİĞİ BİR KENTTE YAŞAM HAKKI:

Şehirler tarih boyunca uygarlık merkezleri ve insanların kendilerini güvenlikte his ettikleri yerler olarak algılanmış toplu yaşam mekânlarıdır. Bu mekânlar yaşam hakkının, konut hakkının, eğitim hakkının, özel hayatın gizliliği, ekonomik hakların ve sosyal hakların vb. toplu yaşama ile birlikte şekillendiği yerler olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Bu hakların kullanılabilmesi için gerekli olan hizmetlerin sunulmasını beklemek insan haklarının yaşama geçirilmesi hakkı olarak kabul edilmektedir.

Bu hakkın işlediği bir şehirde yaşayan insan kendini mutlu ve güvenli his eder. Bu hakkın kapsamında direk olarak şehircilik hizmetleri gelmektedir. Örnek olarak yaşama hakkının var olabilmesi için bireyin sağlıklı ve kullanılabilir bir su hizmeti alması, sağlıklı kent kavramının oturduğu bir şehirde yaşaması, gerektiği gibi sağlık hizmetleri alması, kanalizasyon ve katı atıkların temizlenmesine yönelik hizmetlerin verilmesi can ve mal güvenliğine yönelik suçları önleyici güvenlik hizmetlerinin sunulması gibi birçok hizmetin kaliteli sunulması gerekmektedir. Eğitim hakkının varlığı için eğitime yönelik bir toplumsal yapının oluşturulması şarttır. Kişinin düşünce hürriyetini yaşayabilmesi için kitle erişim araçlarına yönelik hizmetin ve gerekli kültürel ortamın oluşması şarttır. Ekonomik ve sosyal hakların var olabilmesi için şehirde sağlıklı işleyen bir ekonominin olması gerekmektedir. Seyahat hürriyeti için çok iyi planlanmış ve yeterli araçlarla donatılmış toplu ulaşım sisteminin varlığı şarttır. Görüldüğü gibi hangi hakkı sayarsak sayalım o hakkın kullanılması için bir kamu hizmetinin sunulması gerekmektedir. İşte bu kamu hizmetinin varlığı, sürdürülebilirliği ve bu hizmetlerin sunulmasında adaletin sağlanması insan haklarının yaşama geçirilmesi için şarttır.

Esasen bir hakkın var olabilmesi için ilk önce o hakkın varlığı ve kullanımı konusunda halkın bilinçlendirilmesi, gereken örgütlenmeye gidilmesi ve o hakkın kullanımını sağlamak için başvuru yollarının bilinmesi gerekmektedir. Bir hakkın var olabilmesi için gereken bu üç şart yerinde getirildiği takdirde, o hak devlet tarafınca ihlal edilmez, başkalarının ihlal etmesi devletçe önlenir ve en sonunda o hakkın kullanılması için gerekli olan koşulları hazırlayıcı tedbirler alınır. Maalesef ülkemiz bu konuda oldukça gerilerde yer almakta ve şehrimiz ise bu konularda duyarsızlıkta baş sıralarda yer almaktadır. Şehrimizde insan hakları konusunda vatandaşlarımızın yeterli düzeyde bilinçli olmadığı, haklarının korunması için gerekli olan örgütlenmeye gitmediği ve haklarının ihlali halinde hangi yollarla hakkını aramayı bilmediği gözümüze çarpmaktadır. Buda insan haklarının yaşama geçmesi için gereken kamu hizmetlerinin yürütülmesindeki hizmetlerin kalitesini ve hizmetin sunuluş tarzlarını etkilemektedir. Bugün şehrimizde insan haklarına yönelik uygulamaların tamamı merkezi hükümetin inisiyatifi ile belirlenmekte ve uygulanmaktadır. Şehrimizde bu uygulamalara yönelik her hangi bir sivil toplum ve toplumsal katkı sağlanmamakta ve bu temel insan haklarına yönelik politikalarda ve hizmetlerde aksamalara ve memnuniyetsizliklere yol açmaktadır.

Bu nedenden dolayı yerel demokrasi anlayışı ile gelişen bir mahalli idare anlayışının, gerektiği gibi mali imkânlar ile donatılarak, yeterli ve bilinçli personel alımları ile halkın katılımının sağlanmasıyla birlikte şehir sorunlarına ve insan haklarına yönelik kamu hizmetlerinde daha bilinçli ve etkili bir hizmet sunulması sağlana bilinir. Bu özellikle şehrimiz gibi yeniden imar edilen şehirler açısından insan haklarına yönelik hizmetlerin sunulması için gerekli olan ekonomik, toplumsal ve kültürel alt yapının oluşmasında faydalı olacaktır.

Bugün ilimiz ve şehrimiz için insan haklarına yönelik en ciddi tehlikenin, vatandaşlarımız arasında içme suyuna karşı duydukları endişe, şehrin dış mahallelerinde yaşanan katı atık temizliğindeki hizmetlerde yaşanan sıkıntı, şehrin kanalizasyon sistemindeki yetersizlik, toplu ulaşım sisteminde yaşanan aksaklıklar, sağlık hizmetinin sunulmuş olduğu hastanelerin şehrin birçok yerinden uzak olması, kışın yaşanan hava kirliliği, engelli ve yaşlıların hareket kabiliyetinin sınırlayıcı imar uygulamaları, eğitim koşullarının şehrin değişik yerlerine göre farklılık göstermesi, belediyeye ait toplu ulaşım araçlarının hatlara göre yenilik ve eskiliklerinin değişmesi, iş sağlığı güvenliğinin sağlanmaması işsizliği ve sefaleti önleyici çalışmaların yapılmaması vb. şehrimizde insan haklarına yönelik ihlaller arasında sayılabilir.

Bunun dışında halka yönelik olarak bilinçsiz bazı kamu görevlilerinin ve esnafların muameleleri, park ve bahçelerde cinsiyet ayrımı yapacak şekilde aile yeri uygulamaları, vatandaşların dilekçe ve başvuru hakları konusunda yeterli bilgilendirme ve yönlendirmenin olmamasından dolayı yaşanan sıkıntılarda şehrimizin insan haklarının yaşama geçirildiği bir şehir olma yolunda engeller oluşturmaktadır.

TÜM KENTSEL HİZMETLERDEN YETERİNCE YARARLANMA HAKKI

Şehircilik hizmetleri ile kast edilen hizmetler ticari amaçlar olmaksızın şehirde yaşayanların yararlanacağı toplu ulaşım, alt yapı, güvenlik, eğitim, sağlık ve diğer sosyal hizmetlerin sunulmasıdır. Bütün bu sayılan hizmetlerin şehirlilerin her hangi bir ek bedel ödemeden, en kısa sürede ve en kaliteli bir biçimde herkesin eşit olarak yaralanmasını sağlayacak şekilde sunulması halinde şehir yönetiminin başarıya ulaşmış olduğu söylenebilir. Bu şekilde yönetilen bir şehire yaşanılabilir şehir denilmektir.

Şehirlinin yaşadığı şehri sevmesi ve kendisini o şehre ait olduğunu his etmesi yukarda saymış olduğumuz hizmetlerden her hangi bir ayrıma tabi tutulmadan ve ek bir maliyet ile karşılaşmadan istifade ettiğine inandığı ölçüde mümkün olmaktadır. Bu noktada şehrin çok kültürlülük etrafında farklılığın kabulü ve merkezi bir şehir kültürü etrafında bütünleşmelerinin sağlanmasına dikkat edilmelidir.

Bu hizmetler incelendiği zaman özellikle güvenlik, eğitim ve sağlık hizmetlerinin sunulmasında devletin etkinliğinin ve planlamasının ağırlık kazandığı görülmektedir. Şehrimizin bu hizmetler itibariyle ülkemizdeki birçok şehirden daha iyi olduğunu kabul etmek gerekmektedir. Toplumsal alt yapı ve su konuları yukarıdaki başlıklarda incelendiği için bu başlık altında herhangi bir değerlendirme yapmayı tekrarı önlemek amacıyla uygun görmedik. Sadece şu kadarını söyleyebiliriz ki şehir içerisinde kentsel hizmetlerin nitelik itibariyle dengeli bir dağılımının olmadığı, özellikle yol, kanalizasyon ve eğitim konularında bu dengesizliğin kendisini daha fazla his ettirdiğini görülmektedir. Birçok sosyal hizmetten ise şehir sakinlerinin haberleri olmadığı ve sunulan hizmetlerden yeterince yararlanamadıkları anlaşılmaktadır. Hizmet dağılımındaki dengesizlik şehir içerisinde bir semt ve mahalle ayrımı olarak algılanmakta ve bu hizmetlerden yeterince yararlanamayan şehir kesiminin varoş olarak nitelendirilmesine yol açmaktadır. Ne kadar yazık ki bu varoş olarak nitelendirilen bölgelerin büyük bir kısmı şehir merkezinde yer almaktadır.

Şehir hizmetlerinden her şehirlinin yeterince yararlanmasının yanı sıra sürdürülen hizmetin yerine getirileceği hizmet donatımı ve yerinin tespiti kararlarına halkın katılımın gerçekleştirilememesi şehre aidiyet duygusunun azalmasına sebebiyet vermektedir.

Özetlersek şehir hizmetleri olarak nitelendirilen hizmetlerin bir kısmı ülkemizde merkezi yönetim tarafınca sağlanmakta iken bir kısmı ise mahalli idarelerce yerine getirilmektedir. Merkezi hükümetçe yerine getirilen hizmetlerin büyük bir kısmı devlet güvencesi altında ve merkezi planlama ile yapılmakta olduğundan daha dengeli bir şekilde yürütüldüğü görülmekte olmasına rağmen halkın kararlara katılımı olmamakta ve şehir halkının aidiyet duygusunun gelişmesine engel olmaktadır. Mahalli idarelerce yürütülen hizmetlerde de yine halkın katılımının sağlanmaması ve özellikle eskiden köy şimdi ise mahalle statüsünde olan yerleşim yerlerinin kaliteli ve yeterli hizmet almasında sorun yaşanmaktadır. Ancak şehrimizde hizmet sağlama yönünde herhangi bir etnik ve kültürel ayrımın yapılmadığı gözlemlenmektedir. Şehrimizde kentsel hizmetler henüz uluslararası kriterleri yakalamamış olduğu bir gerçektir. İmar uygulamalarındaki yanlışlıkların, şehircilik sistem projesinin ve planlarının hazırlanmamış olması nedeniyle kentsel hizmetlerden şehir halkının yararlanmasında çeşitli zorluklar ile karşılaşıldığı bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır.

Kentsel hizmetlerden yeterince yararlanmanın ölçütü, şehirde yaşayan insanların ilk önce fiziki ihtiyaçlarını daha sonrada sosyal ihtiyaçlarını ve kültürel gereksinimlerini karşılamada uygun hizmetleri, ek bir bedel ödemeden, kolayca ulaşabileceği uygun mekânlarda, uluslararası kriterlere uygun bir şekilde, bütüncül ve katılımcı ilkelere uygun olarak temin edebilmekte geçer. Maalesef şehrimizde bu tür ihtiyaçların temininde bütüncül ve katılımcı ilkelere dikkat edilmediği, hizmetin sunulduğu mekânların fiziki koşullarının ve sağlanan hizmetlerin uluslararası kriterlere uygun olmadığı bir gerçektir. En kısa sürede eksikliklerin tespit edilerek sorunların çözüm yoluna gidilmelidir. Bunun için kadınların, çocukların, yaşlıların dâhil edildiği şehir komisyonlarının kurulması ve zayıf olanların topluma ve toplum içinde barınan art niyetli kişilere karşı korunması için gerekli çalışmalar yapılmalıdır. Bu konuda şehrimizin hem hizmet planlaması hem de fiziki planlamasında ciddi eksiklikler ve uygulamalarda yaşanan ciddi sorunlar olduğu bir gerçektir.

DENGELİ ARAZİ KULLANIMININ YER ALDIĞI BİR KENTSEL ÇEVREDE YAŞAMA HAKKI

Dengeli arazi kullanımı ile kast edilen şehircilik uygulamaları için ayrılmış olan arazinin, şehircilik hizmetlerinin ve şehir yaşamı için ayrılmış hizmetlerin dengeli bir şekilde yürütülebileceği şekilde dağılımı ve kullanımını sağlamaktır. Burada önemli olan şehir arazilerinin kullanım durumları ile doğal yapı arasındaki uyumun sağlanmasıdır.

Dengeli arazi kullanımının söz konusu olabilmesi için; yerleşim, ulaşım, ekolojik, kültürel, tarihi ve arkeolojik koruma ve geliştirme, alt yapı, ticaret ve sanayi kesimi, açık ve yeşil alanlar ile toplu ulaşım sisteminin planlarının yapılması ve uygulanması şarttır. Yer seçiminde hangi faktörlerin ön plana çıktığının tespiti yapılmadıkça dengeli bir arazi kullanımının yapılamayacağı ve şehir sisteminin kurulamayacağı açıktır. Şehir içerisinde arazilerin dengeli dağılımı önündeki en büyük sorun sağlık, eğitim, sosyal, kültürel, turizm ve ulaşım, etkinliklerine ilişkin hizmet donatı alanların yer alacağı arazilerin tespitinde spekülatif baskıların yerel yönetimler üzerinde kendini his ettirmesidir. Dengeli bir arazi kullanımı için nazım planlar yapılırken kaç tane hastaneye, parka, okula, aile sağlık merkezine, kütüphaneye, çocuk oyun alanına ihtiyaç olduğuna bakılmalıdır.

Dengeli bir arazi kullanımı şehir içerisindeki hava sirkülasyonunun ve şehir içi su alanlarının dengeli dağılımı açısından da son derecede önemlidir. Bundan dolayı şehirde imar parsel çalışmalarının sadece fiziksel planlamaya göre değil aynı zamanda ekolojik planlamaya göre yapılması da zorunlu olmaktadır. Bugün şehircilik sisteminde taşıt ve bina ağırlıklı merkeziyetten, insan ağırlıklı merkeze geçiş süreci yaşanmaktadır. Bundan dolayı da fiziksel planlama ağırlıklı şehircilikten ekolojik planlama ağırlıklı bir şehirciliğe doğru geçişin yaşandığı bir dönemi yaşamaktayız. Bugün şehircilik ve sektörel planlamalar insan için doğayı kullanmaktan ziyade insanın doğa ile birlikte yaşaması amacıyla yapılmaktadır. Bundan dolayı ekolojik süreç fiziki planlarda ve sektörel planlamalarda hesaba katıldığı görülmektedir. Dolayısıyla şehrin doğal kaynaklarının kapsamlı bir envanterinin yapılması şehrin çevre üzerinde etkisinin azaltılması açısından yapılacak olunan planlamalarda son derecede önemlidir.

Bugün bir şehrin genel karakterini mimari yapılar, açık ve yeşil alanlar ile bunların birbirleriyle olan ilişkileri ve bütünlükleri tayin eder. Dolayısıyla dengeli bir arazi kullanımı için son derecede önemli olan imar uygulamaları ile mimari şekillenir ve şehrin mimari güzelliği arazinin dengeli kullanımı ile birlikte binaların mimari yapılarının uyumlu olması ile alakalıdır.

Bir şehirde arazi dağılımın ilgilendiren unsurlar; konut, ticaret, imalat, konaklama, teknik alt yapı, ulaşım, yönetim, eğitim, sağlık, kültürel, dini tesis, yurt ve barınma, yeşil alanlardır. Şehir sisteminin varlığı bu alanlara ayrılan alanların dengeli ve şehir bütünlüğüne uygun bir şekilde yapılmasına paralel olarak değerlendirilmektedir.

Bir şehrin yaşana bilirliği; toplumsal alt yapı, teknik alt yapı ve kentsel hizmet donatı alanlarının dengeli arazi kullanımına uygun olarak şehrin içinde yayılması ve bunlara ulaşımın sağlanabilmesi için dengeli bir yol ağının ve alternatif ve bir birini bütünleyen bir toplu ulaşım sisteminin varlığını şart koşmaktadır. Şehirlerde sunulan hizmetlere erişilebilirliğin temel unsuru ulaşım ağı ve arazi kullanım ilişkisidir. Gelişen teknoloji, şehirlerdeki ekonomik ve sosyal yaşam biçimleri ile birlikte ulaşım ağına paralel olarak, arazi kullanımında şehirsel hizmet alanlarının sunulduğu yani şehirsel işlevlerin sürdürüldüğü yerlerin seçiminde veya bu yerlerin değiştirilmesinde etkili olmaktadır. Raylı sistem olarak nitelendirilen toplu ulaşım sisteminin gelişmediği şehirlerde artan otomobil kullanımı şehirlerde ciddi bir soruna neden vermektedir. Bu sorunlar sırasıyla trafik, yaya hakları ihlalleri, koruma, gürültü kirliliği, estetik sorunlar, çevre kirliliğidir. Ulaşımın rahat ve sağlıklı işleyebilmesi için yol kalitesi ve genişliğinin yanı sıra otopark alanlarının yeterli miktarda ve ulaşımı dengeleyici noktalarda olması gereklidir. Yani otopark sorununun olmaması şarttır. Dengeli arazi kullanımını belirleyen ana unsurlardan birinin otopark alanları olduğu unutulmamalıdır. Yaya ve motorlu taşıt trafiğinin yoğunluğunu artıran kentsel hizmet donatı alanlarının belirlenerek kentsel hizmet donatı alanlarının yer seçiminde ulaşımın açısından ön plana çıkan ölçütleri ortaya koymak gerekir. Bu ölçütler içerisinde en önemlilerinden biri şehrin tarihi dokusudur. Şehrin tarihi alanlarını belirlemek ve bu alanlardan uzak alanlarda şehrin prestij binalarının yapılacağı arazilerin tespitini yapmak ulaşım sisteminin kurulması için son derecede önemlidir. Özellikle tarihi geçmişi olan şehirlerin ulaşım ve arazi kullanım planlamasında şehir merkezinin prestijine uygun olamayan, dağınık olan ve tarihi doku ile çelişkili olan alt yapı, teknik birimler ve yolların tarihi dokunun yoğunlaştığı yerlerden çıkarılmak zorundadır. Aksi halde dengeli bir arazi kullanımı söz konusu olur ki bu şehir için istenilmeyen bir şeydir.

Bunun hemen yanında yeşil ve açık alanlarının varlığı, miktarı ve kalitesinin şehrin ekolojik sistemi açısından çok önemli olduğu ve muhakkak şehrin içerisinde dengeli bir şekilde yer alması gereklidir. Açık ve yeşil alanlara ilişkin olarak hazırlanan en ciddi uluslararası sözleşmelerden biri olan Avrupa peyzaj sözleşmesi, yaşanabilir şehirler yaratmak amacıyla oluşturulmuş bir belgedir. Sözleşme kırsal alanların olduğu kadar kentsel çevreninde yaşam kalitesini artıran peyzajın, toplumdaki her bireyin hak ve sorumluluğu olduğunu vurgular. Açık ve yeşil alanlar şehrin boş zamanların geçirilmesine yönelik toplumsal alt yapı ve spora yönelik toplumsal alt yapısı için son derecede önemli alanlar olmaktadır. Özellikle kültürel ve sosyal aktivitelerin düzenlenmesi yönünden şehrin markalaşması açısından şehre büyük bir katkı sağlamaktadır. Bu tür alanların tespitinde ilk önce şehir, daha sonra varsa alt belediye, ondan sonrada sırasıyla semt, mahalle ve sokak tarzında planlamaların yapılması gereklidir. Bu alanlar parklar, çocuk oyun alanları, kültür ve hobi parkları ve yayaların kısa süreli dinlemeleri için ayrılan dinleme parkları olarak sıralanabilir. Bu alanların tespiti yapıldığı zaman dikkat edilecek ölçütleri sıraladığımız zaman ön plana şu ölçütler çıkmaktadır. Yerleşim alanlarından uzak ve ıssız alanlarda olmaması, kamusal alanlardan uzak kalmaması, ulaşım ve güvenliğin sağlanmasıdır.

Dengeli bir arazi kullanımı için gerekli olan diğer hususlar, sağlıklı ve yaşanabilir konut, temiz ve sağlıklı temiz su hakkı, toplumsal alt yapı, sağlık hakkı ve sağlıklı şehir kavramları içerisinde incelendiğinde bu bölümde konu tekrarı yapmamak için değinilmemektedir.

Özetlersek şehir sistemi kurulurken şehre bir bütün gözüyle bakılmalıdır. Şöyle ki Şehir sistem projesinin ilk önce şehrin neresi olduğu sorusu başlangıç sorusu kabul edilerek, imar planı, yönetim planı, ekolojik planı, ulaşım planı, toplumsal, üst ve alt yapı planlarının hazırlanması gerekmektedir. Şehir içerisinde kullanılan dengeli bir arazi yapısı şehrin markalaşması açısından önemli bir adım olduğu unutulmamalıdır. Dengeli bir arazi kullanımı ancak şehir halkının, fikir ve kanaat önderlerinin, dernek ve vakıf yöneticilerinin şehir planlamasına dâhil edilmesi ile mümkün olabilir. Bundan dolayı dengeli bir arazi kullanımı olan şehir aynı zamanda yerel demokrasinin uygulanması açısından iyi bir örnek teşkil etmektedir. Dolayısıyla bu şekilde olan bir şehirde yaşayan insanlar kendilerini bu şehre ait olduğunu his eder. Çünkü dengeli bir arazi kullanımı halkın ihtiyaçları, kültürü ve tarihi ile şekillenmiş bir şehir demektir.

Dengeli bir arazi kullanımında önemli olan şehir hizmetlerinin sunulduğu hizmet donatım alanlarına ilişkin mekânlarda aşağıda kısaca değineceğimiz yaşam kalitesi ilkelerinin dikkate alınarak tasarımın ve kullanım planlamasının yapılmasıdır.

Bu ilkelerden ilki yaşana bilirlik ilkesidir. Bir yerleşimde afetlerin, çevre kirliliği ve hastalıkların kontrol altında tutulduğu güvenli bir ortamı ve insanların biyolojik yapısı ile fiziksel çevresinin uyum içinde olabileceği şekilde düzenlenmesi ve kullanımının sağlanmasıdır.

İkinci ilkemiz ise uygunluk ilkesidir. Uygunluk, mekânın, sunulan aktivitenin gereği olan olanaklara sahip olması ve insanların yaşam biçimlerinin örtüşmesidir. Yani alanın hedeflendiği biçimde sorunsuz kullanılarak, yaşayanların memnun etmesidir.

Diğer ilkemiz ise erişilebilirlik ilkesidir. Bir mekânda sunulan servis ve aktivitelere herhangi bir engel ile karşılaşılmadan rahatlıkla ulaşılmasını ifade eder. Burada önemli olan yaşlılar, kadınlar, engelliler, çocukların bu mekânlara erişiminde fırsat eşitliğinin sağlanabilir olmasıdır.

Diğer bir ilkemiz ise kontroldür. Kontrol, şehirde yaşayanların, mekânın tasarım, onarım, bakım, yenileme ve yönetim süreçlerine katılmasıdır.

Son ilkemiz ise çeşitliliktir. Çeşitlilik, toplumsal yapıyı oluşturan, kültürel, ekonomik ve sosyal açıdan birbirinden farklı grupların oluşturdukları yaşam biçimleri ile çeşitli mekân tiplerinin ortaya çıkmasına katkılarını ifade eder.

Bugün şehrimize baktığımız zaman dengeli bir arazi kullanımının olmadığını görmekteyiz, tarihi bir şehir olmamıza rağmen tarihsel dokuyu muhafaza edemediğimizi görmekteyiz. Geleneksel mimarimize uygun olmayan bir yapılaşmaya gidildiği bir gerçektir. Özellikle şehrin tarihsel bölgesi olan Yakutiye ilçesi gittikçe artan bir şekilde taşıt ve yaya trafik yükü ile karşılaşmaktadır. Maalesef artan bu trafik yükü şehrin önemli tarihi eserlerinin bulunmuş olduğu Cumhuriyet Caddesi üzerinde oluşmaktadır. Aynı zamanda bu bölge içerisinde yapılan kapalı otopark ise Yakutiye medresesi, Lalapaşa ve Pervizoğlu camilerini tehdit etmektedir. Şehrimizin yol kalitesi ve genişliği ile yaya yollarının durumu dengeli bir arazi kullanımının olmadığını göstermektedir. Alternatif bir toplu ulaşım sistemi mevcut değildir. Özellikle konut eğitim ve ticarete ayrılan alanların yeterli düzeyde otopark alanlarına sahip olmaması ciddi bir sorun teşkil etmektedir. Jeopolitik konum, ekonomik olanakları, kültürel merkezi olması ve tarihi mirasına baktığımızda Erzurum’un şehircilik açısında hak ettiği konuma sahip olmadığını görmekteyiz. Açık alan ve yeşil alanlara yeterli yer ayrılmadığı çocuk oyun alanlarının son derecede yetersiz olduğu, şehir parkının varlığını bırakın yapılmasına yönelik bir fikrin dahi tartışılmadığı bir şehir hüviyetine sahip olmuştur. Şehir ekolojik yapısına ilişkin bilinen hiçbir çalışma ve planlama yoktur. İmar uygulamaları yapılırken hava sirkülasyonuna dikkat edilmemektedir. Şehrin gelişimi ve büyümesine ilişkin her hangi bir şehirsel sistem projesi geliştirilmemiştir. Bunlardan daha önemlisi halkın şehir yönetimine dahil edilmesine yönelik bir istek ve düşünce dahi mevcut değildir. Sağlıklı konut, kavramından uzak bir şekilde arsa rantına dayalı konut ve iş yeri inşaatı yapımı sürdürülmektedir. Bütün bunlardan sonra şunu söyleyebiliriz ki Erzurum dengeli arazi kullanımı olmayan bir şehirdir. Dolayısıyla Erzurum da yaşayan insanların kendilerini şehre ait olduklarını his ettikleri ve şehri sevdiklerine ilişkin ciddi şüphelerin olduğunu söylememiz mümkündür.

Bütün dünyada his edilen bir endişe maalesef şehrimizde kendini daha çok his ettirmeye başlamıştır. Bu endişe ise sokaktan insan bağının koparılmış olmasıdır. Bunda ki en önemli sebep şehrimizde açık alanların yeterince bulunmamasıdır. Büyük ve lüks konutların inşa edilmiş olduğu Erzurum’da maalesef çocukların oynayabileceği oyun parkları, insanların nefes alabileceği parklar ve çeşitli etkinliklerin düzenleneceği açık alanlara yer verme ihtiyacı duyulmamakta veya planlayıcıların aklına gelmemektedir. Var olan alanlar ise ya çay bahçelerine ya da otopark olarak kullanılmaya başlanmıştır. Dolayısıyla kısıtlı ve yetersiz olan kentsel mekânlar artık özgür bir şekilde gidebileceğimiz yerler olmaktan çıkmaya başlamışlardır.

Son olarak bu konu ile ilgili olarak şunu söyleyebiliriz ki; sosyal sözleşmenin en önemli iki kavramı olan vatandaşlık ve halk; şehircilikte, kent meydanları, anıtlar, parklar vb. ortak alanların inşası gibi şehircilik uygulamaları ile somutlaşmakta ve bunların halkın serbestçe kullandığı ölçüde şehrin yönetiminde yerel demokrasi ilkesi hâkimdir. Denilmesi mümkün olabilmektedir.

TARİHSEL MİRASIN VE UYUMLU MİMARİ DEĞERLERİN VAR OLDUĞU BİR KENTSEL ÇEVREDE YAŞAMA HAKKI;

Her şehirlinin, yaşamış olduğu şehrin yerel tarihini; tarihsel ve kültürel dokusunu, mirasını, tabiat varlıklarını anlamaya, araştırmaya, korumaya, herhangi bir değişikliğe uğratmadan ve aslından uzaklaştırmaksızın yeniden yapılandırma ve yaşatmaya ilişkin haklarını ifade etmek amacıyla benimsenmiş ve düzenlenmiş bir başlıktır. Bu hakkın düzenlenmesinde kaliteli bir mimari ve fiziksel çevrenin oluşturulması kaygısı vardır. Bu kaygının giderilmesi için tarihi yapı mirasının duyarlı bir biçimde restorasyonu ve nitelikli çağdaş Mimari’nin bir arada kullanılması ile birbiriyle uyumlu ve güzel fiziksel mekânların yaratılması amaçlanmaktadır.

UNESCO, Dünyada ki tüm eski şehirlerin, yalnız o ulusun malı değil, insanlığın ortak malıdır diyerek eski şehirlerin korunmasının önemine vurgu yapmaktadır. Burada hemen şunu belirtelim ki şehrimiz yani Erzurum da eski şehirlerden bir tanesidir. Dolayısıyla bu şehri korumak, bu şehrin sakinleri açısından son derecede önemli bir görev olarak algılanmalıdır. Aynı zamanda bu şekilde olan şehirlerde yaşayanların yaşadıkları şehrin tarihi dokusunun muhafaza edildiği ve modern mimari eserlerinin bu dokuya uygun olarak tasarlandığı binalara sahip olmaları bir haktır.

Eski şehirlerin korunması demek aslında şehrin yerleşim katmanı başta olmak üzere tarihi çevresini, tarih dokusunu ve bunların yansıttığı kültürel değerlerin muhafaza edilmesi demektir.

Tarihi çevre; yapıldıkları dönemin, sosyal, psikolojik, kültürel, ekonomik, dini ve yaşam deneyimlerine ilişkin birikimin sergilendiği, bulunduğu alanlardır. Tarihi çevre tarihsel, mimari, arkeolojik ve anıtsal değerleri ile bütünlük gösteren bir veya birkaç sokaktan oluşan dokulardır. Geçmişten günümüze ulaşmayı başaran yapı, kalıntı ve açık alanların oluşturduğu enderlik, sanatsal ve belgesel değeri olan, arkeolojik ve sanatsal kıymetlerin fiziki ortamlarında şehirlilerin sosyal değerleri ile bütünleşmesi sonucu oluşur.

Tarihi şehir kavramı ise tarihsel mimari, arkeolojik ve anıtsal değerleri ile bütünlük gösteren dokuların oluşturduğu şehir boyutundaki yerleşmeleri ifade etmektedir.

Tarihi bölge ise birkaç kenti içine alan tarihsel, mimari, arkeolojik ve anıtsal değerler ile bütünlük gösteren bölgelerdir.

Tarihi eserler ve çevre, insanın şehir ile sosyal bağının sağlayan, kuvvetlendiren ve devam ettiren en önemli değerlerdir. Bu tarihi çevre şehrin tipolojisini belirlemede ve geleceğe yönelik planlamasında da en önemli unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla tarihi ve kültürel değerlerin çevresel zenginlikler dahil edilerek sonraki kuşaklara aktarılması son derecede önemli olmaktadır. Bundan dolayı tarihsel dokunun şehrin geleceği, kültürel devamlılık, sosyal ve ekonomik gelişim acısından korunması gereklidir. Bu korumanın başarılı olması için, tarihsel mirasın ve değerlerin sosyal yaşama katılarak ve şehir hayatı ile bütünleşerek, sosyal ekonomik koşullara uygun olarak planlaması ve uygulanması gereklidir.

Tarihi dokuyu korumak aslında bir kentsel korumadır. Çünkü bir şehrin tipolojik yapısı aslında tarihinde saklıdır. Bu tarihe şehircilik diliyle şehrin evveliyatı denmektedir. Bir şehrin evveliyatı bilinmeden sağlıklı bir şehir planlaması ve şehircilik sisteminin kurulması mümkün değildir. Evveliyat şehrin ekonomik gelişiminden tutun, sosyal, kültürel ve yaşam kalitesi gelişimine kadar bütün planların temelini oluşturur. Sadece yer üstünde görülen anıt tarzı binalar değil, arkeolojik eserlerin bulunduğu katmanlar ve çevresel zenginliklerin hepsi bu korumada dikkate alınması gereken hususlardır. Kısaca kentsel koruma, şehirlerin tarihsel mimari, sanatsal ve kültürel değerleri yüksek olan ve geçmişteki medeniyetlerin veya toplumun geçmiş kuşaklarının sosyal, ekonomik, kültür değerlerini doğal zenginlikleri de sergileyecek şekilde peyzaj düzenlemelerinin de yapılarak bugünkü ekonomik, sosyal ve kültürel etkilerinden korunarak yarına ve gelecek kuşaklara aktarılmasıdır.

Tarihsel dokunun korunması düşüncesi, ekonomik gelişme, ağır tahribatlarla neticelenen savaşlar ve artan hızlı kentleşme ile birlikte yok olmaya yüz tutan tarihi dokunun korunması fikri özellikle ikinci dünya savaşından sonra, globalleşme, ekonomik refahın artması ve turizmin gelişmesi ile birlikte ortaya çıkmıştır. Ülkemizde de bu düşünce kendini 1980’li yıllardan itibaren his ettirmiştir.

Tarihsel koruma ciddi ve sıkıntılı ama aynı zamanda zorunluluk arz eden bir süreçtir. Bu sürecin başarıya ulaşabilmesi için tarihi dokunun ne amaçla korunacağı, koruma ilkelerinin tespiti, korumada karşılaşılan güçlüklerin neler olduğunun belirlenmesi ve en uygun koruma yönteminin belirlenmesi gereklidir.

Tarihi dokunun korunmasında genel olarak, aşağıdaki amaçlara ulaşma kaygısı yaşanmaktadır.

  • Tarihsel değerini muhafaza etmek isteğinden dolayı koruma

  • Ulusal, dini, bölgesel, yerel vb. bir kimliğin yaratılması için sembol olarak kullanımını sağlama amacıyla koruma

  • Sanatsal değeri nedeniyle koruma

  • Turizm geliri elde etmek nedeniyle koruma

  • Geçmiş kuşaklardan devralınan kültürel mirasın bir sonraki kuşağa aktarılması nedeniyle korumadır.

Tarihsel mirasa ilişkin dokunun korunması için belirlenen evrensel ilkeler ise aşağıda sıralanmaktadır.

  • Kentsel korumada hassas bir yasal çerçevenin gerekliliği

  • Kentsel mirasın korunması için bilgilendirme politikalarının gerekliliği

  • Yeterli ve yeni finans mekanizmaları ve ortaklıkların gerekliliği,

  • Eski el sanatları ve yapı tekniklerinin yaşatılması ve canlandırılmasının gerekliliği

  • Tarihi kentsel dokunun planlamaya temel veri biçiminde katılarak, çağdaş yaşamla bütünleştirilmesi

  • Ekonomik kalkınmanın, kentsel mirasın korunmasıyla canlandırılması

1983 yılında Ankara’da yapılan tarihsel dokunun koruma planlamasına ilişkin seminerde ise şu ilkeler benimsenmiştir.

  • Korumanın ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmenin önemli bir faktörü olduğu benimsenmelidir. Sürdürülebilir kalkınma. Bu hususun kabulü ve doğal ve kültürel kaynakların gelecek nesiller için korunması bilincine varılması ile mümkün olabilir.

  • Uluslararası kurum ve kavramlar benimsenmeli ancak bu hususlar, Türkiye’nin kendine özgü değer ve koşullarına uyarlanmalıdır

  • İlgili kurumlar arasında dil ve terminoloji birliği sağlanmalıdır

  • Koruma katı kuralları ve yasakçı hükümler yerine temel evrensel ilkelere bağlı ama gelişmeyi izleyebilen bir tutumla gerçekleşmelidir.

  • Bütünleşmiş koruma politikaları benimsenmeli noktasal çözümlerden kaçınmalıdır.

  • Koruma özellikle uygulamaya yönelik olarak bir yerel yönetim sorunu olmalıdır. Bunun ön koşulu ise yerel yönetimlerin bilinçlendirilmesi ve gerekli alt yapı ile donatılmasıdır

Tarihsel dokunun korunmasında karşımıza üç ciddi sorun çıkmaktadır: Bunlardan ilki ekonomik sorunlar, diğeri hızlı ve bilinçsiz kentleşme, sonuncusu ise göç olayıdır.

Tarihsel dokunun korunması için gerekli olan çalışmalar ülkenin ekonomik koşullarına ve siyasi gücün bu tarihsel mirası koruma isteğine bağlıdır. Tarihsel dokunun korunmasında karşılaşılan ilk güçlük ekonomik koşullardır. Müdahaleci ekonomiden, serbest ekonomiye geçişle birlikte değişen yaşam tarzı ve dış dünyaya yönelik açılışla birlikte değişen değer yargıları ile birlikte, tarihe ve geçmişe verilen önem azalmıştır. Gelişen teknoloji ile birleşince bu ekonomik gelişme, kendine ait kültüre uygun olmayan bir rantiyeciliğin oluşmasına sebep vermiş ve bu özellikle şehircilik açısından kendini arsa rantı üzerinde gelişen inşaat faaliyetleri ile his ettirmiştir. Belediyelerin bu dönem içerisinde yeterli teknik ve yetişmiş personel imkânlarından mahrum olması nedeniyle plansız, ciddiyetten uzak bir imar uygulaması ile şehrin tarihsel dokusu tahribata uğramıştır. Müdahaleci ekonomilerde kullanılan pasif koruma yöntemi ile birlikte tarihi dokunun korunması maddi bir külfet olarak algılanmış ve halk tarihi dokuyu korumaktan ziyade tahribata yönelik bir düşünceye kendisini kaptırmıştır.

Müdahaleci ekonomiden serbest ekonomiye geçişle birlikte artan ekonomik kaygılar, artan şehircilik faaliyetleri ile birlikte hızla gelişen bir rant elde etme hırsına insanları sürüklemiştir. Bu rant kavgası içerisinde tarihsel dokunun hemen yanında bu doku ile uyuşmayan binalar inşa edilmeye başlanmıştır ve zaman içerisinde şehir tarihi doku ile tezat sergileyecek bir şekilde değişmeye başlamış ancak gelişimini sağlayamamıştır. İşte bu noktada serbest ekonomi insanları şu gerçekle tanıştırmıştır. Tarihi çevreyi korumak gelişen turizm ile birlikte ciddi bir ekonomik kalkınmayı ve bununla birlikte markalaşmış bir şehrin oluşumuna katkı sağlayarak, sürdürülebilir bir toplumsal kalkınmaya neden olmaktadır. Yeni iş kollarının şehir içerisinde oluşması ile şehir içinde ekonomiyi canlandırarak, istihdamı artırıcı ve vergi gelirlerini artırarak ulusal kalkınmaya destek sağlar. Bunun yanı sıra alternatif ve özgün yeni kentsel mekânların oluşumuna yardımcı olur. İnsanlarda psikolojik bir rahatlamaya neden verir ve şehirde yaşayanlara şehre ait oldukları duygusunu kazandırır. İşte bu noktadan itibaren tarihi dokuyu korumak devlet için bir görev ve insanlar için bir amaç olarak algılanmaya başlanılır. Bu esnada şehrin tarihi dokusuna uygun bir mimari anlayışa sahip olursa sürdürüle bilinir bir şehirsel büyüme yaşanır. Bu toplumsal kalkınma için atılmış önemli bir adımdır.

Tarihsel dokunun korunmasında karşılaşılan diğer bir güçlük ise yaşanan hızlı kentleşme sürecidir. Yaşanan hızlı kentleşme ile birlikte şehirler hızlı bir değişim süreci içerisine girmiş ve kentsel mekânların fiziksel görünümlerinde olumsuz değişimlere neden vererek çeşitli çevresel sorunlara neden olmaktadır. Bu sorunlardan bir tanesi tarihi dokuyu korumak için kentsel sit sahası ilan edilen alanların şehircilik uygulamalarına uyum sağlamaması şehir içerisinde unutulmuş ve şehire yabancı bir bölge haline gelmiş olmasıdır.

Tarihi dokunun korunması için ilan edilmiş olunan kentsel sit alanlarının kentsel gelişme ile paralel olarak artan rantiyeciliğin baskısıyla korunması hem gittikçe zorlaşmakta hem de daha da önem kazanmaktadır.

Kentsel gelişme ile birlikte artan rant etkisini kat artışında, gayrimenkul değerlerin artışında ve ifraz artışları ile göstermiştir. Rantın etkileri neticesinde geleneksel parsel özelliklerini kaybetmiş, yapılarda işlev dönüşümü ile birlikte şehirlerin plan tipolojileri hızlı kentleşmenin ihtiyaçlarına cevap veremez hale gelmiş ve şehircilik şehrin tarihi tipolojisine uyum sağlayamamıştır. Bina stokunda yaşanan artış ile teknik ve toplumsal alt yapı olumsuz etkilenmeye başlanmış, şehir ekolojisi bozulmuş ve tarihi doku ağır bir tahribata uğramıştır. Tarihi dokunun tahribata uğramasında en önemli etken tarihi eserlerin genelde şehrin merkezinde yer alması ve arsalarının rant değerlerinin yüksek olmasından dolayı yıkılıp yerine ekonomik getirisi daha yüksek olacağına inanılan yeni ve çok katlı binaların yapılmasının yanı sıra hiçbir mimari endişe taşımayan ve tarihi mimari dokusuyla uyuşmayan ve şehir tipolojisine aykırı olan çarpık bir yapılaşmanın yaşanmasıdır.

Mimar Kemalettin Beyin Harbiye Nezareti Baş Mimarı iken Evkaf Nazırının isteği üzerine 1908 yılında hazırlamış olduğu Evkaf-ı Hümayun Tamiratının sureti icrası hakkında Mimar Kemalettin Beyefendi tarafından Nezarete takdim olan Layiha Başlıklı raporunu düzenlemiştir. Bu raporda “Açılan yolların ve bunların üzerinde yapılan binaların kubbeli, minareli, saçaklı heybetli ve güzel abidelere yakışmadığını belirterek, eski tarihi eserlerin korunması, tahrip edilmemesi ve icap eden hallerde tamir ve bakımının aslına uygun yapılmasını istemiştir.” Bugün şehirlerimize dönüp baktığımızda Mimar Kemalettin Beyi daha tam olarak anlayamadığımızı görmekteyiz.

Avrupa Mimari miras tüzüğüne ilişkin Amsterdam Dekorasyonuna göre şehrin tarihsel dokuya uygun bir mimari yapıda gelişebilmesi için aşağıdaki ilkelere uygun hareket edilmesi gereklidir.

  • Mimarlık mirası yalnız, üstün nitelikli, tek yapıları ve çevrelerini değil tarihsel ve kültürel özelliği olan tüm kentsel ve kırsal alanları içerir.

  • Mimarlık ürünlerinin korunması, marjinal bir sorun olarak değil kent ve ülke planlamasının ana hedefi olarak ele alınmalıdır.

  • Eski alanların sağlamlaştırılması olanak ölçüsünde bölge sakinlerinin, toplumsal kompozisyonunda köklü bir değişiklik gerektirmeyecek şekilde tasarlanmalı ve uygulanmalıdır.

Tarihi dokunun korunmasında karşılaşılan diğer bir güçlük ise yaşanan göç olgusudur. Özellikle yaşanan hızlı göç, kültürel ve sosyal ekonomik gelişmeler ve değişen kentsel işlevler ve yaşanan hızlı kentleşme ile tarihsel doku tahribatındaki artışta çarpan etkisine sebebiyet vermektedir. Hem alınan hem de verilen göç ciddi sorunlara sebebiyet vermektedir. Tarihsel mekânların yıkılması, bakımsız kalması, terk etme, boş bırakma veya kiraya verme ile neticelenmekte ve buda tarihi dokuya canlılık kazandıran kültürel ve sosyal yaşantının kaybolmasına sebebiyet vermektedir. Eski mahallelerden yeni mahallelere yapılan şehir içi ikamet değişiklikleri de mahalle kültürü ve mahallelik anlayışını yok etmekte tabiri caizse tarihi dokuyu ruhsuz bırakmaktadır.

Tarihi çevrenin genelde dışarıdan gelen ve yoksul kişilerce bir yaşam merkezi haline gelmesi ile bu merkez, şehrin varoşu haline gelmekte ve şehir içerisinde unutulmuş bir bölge haline gelmektedir. Göç olgusunun özellikle şehrin kültürel yapısı ve sosyal yaşantısına zarar vermemesi için dışardan gelen nüfusun kaliteli olmasına ve kendilerine ait getirmiş oldukları kültürün şehrin kültürü ile çatışmasına engel olmak ve şehrin kültürü ile uyum sağlayacak şekilde bu kültürlerin kendilerini ifade etmelerine olanak sağlayacak tedbirleri almak gerekir.

Tarihsel dokunun korunmasına ilişkin planlama çalışmaları temelde üç yaklaşım mevcuttur. Bunlardan ilki anıt eser ölçütünde, ikincisi tarihsel çevre tarzında sonuncusu ise şehir boyutunda korumadır.

Tarihsel doku korunması ilk önceleri anıt eser ölçüsünde planlanıp yürütülürken, şehircilik sistemleri ve görüşleri değiştikçe çevre koruması halini almış ve zamanla şehir düzeyinde bir koruma tarzına dönüşmüştür.

Anıt düzeyindeki bir korumada eserin sahip olduğu tarihi, mimari, sanatsal, kültürel, manevi, milli değerinin, devlet, millet, bölge, şehir veya kasaba ya da köye göre değerinin tespit edilerek korumaya alınması düşüncesi vardır. Bu düşünce tarzıyla yapılan koruma pasif koruma tarzı denilen ve genelde müdahaleci ekonomik sistemlerin var olduğu ülkelerde görülen bir koruma yöntemidir. Maalesef ülkemizde uzun yıllar boyunca uygulanan koruma yöntemi bu anlayışta olmuştur. Pasif koruma, diye tabir edilen yöntemde tarihi eseri korumak için yasaklamalar, onarmalar ve kamu görevlilerince himaye edilme yolu benimsenmiştir. Bu koruma yönteminde, tarihi dokunun korunmasında kültürel bir endişe duyulmamış, halk korumaya dahil edilmemiş ve tarihi doku şehir mimarisine ilişkin planlarda göz ardı edilmiştir. Kamu kaynaklarından yeterince mali kaynak ayrılamadığından himaye altına alınamayan eserler harabeye dönmüş bir mezbele haline gelmişlerdir Bu sebepten dolayı şehire dâhil olmayan ve halkın himayesine giremeyen tarihi eserler şehrin yöneticileri tarafından şehrin gelişimi için bir engel olarak görülmüş ve bazen bilinçli olarak tahrip edilmiştir. Pasif korumanın yol açmış olduğu mali yük tarihsel çevre içerisinde yaşayan gayrimenkul sahiplerine yansıtılmış ve bunların aleyhine bir ekonomik kayba neden olmuştur. Bu nedenden dolayı tarihi dokuya ve eserlere yönelik olarak bu gayrimenkul sahipleri düşmanlık duymaya başlamışlardır. Tarihi çevrenin olduğu şehir bölümlerinde yaşayanlar hızlı bir şekilde yoksullaşmış ve şehircilik hizmetlerinden yeterince yararlanamamalarına neden olmuştur. Bu nedenlerden dolayı şehrin en eski yerleşim yeri olan bu kesimlerden şehrin kültürünü yansıtan asıl sakinleri uzaklaşarak, ya şehir dışına ya da şehir içinde yeni yerleşim merkezlerine taşınmıştır. Boşalan bu yerlere şehir dışından şehre göçen ve genelde maddi durumu iyi olmayan kesimlerce doldurulmaya başlanmış ve şehrin kültürel yapısının bozulmasının başlamasına neden olmuştur. Maalesef pasif korumanın bütün etkileri şehrimizde de kendini şiddetli bir şekilde his ettirmiş ve bütün olumsuzlukları ile şehrin üstüne bir karabasan gibi düşmüştür. Şehrin gelişimi için belediyelerce birçok tarihi eser daha gün yüzüne çıktıkları gün yerle bir edilmiş ve yerine şehre hiçbir katma değer katmayan iş hanları dikilmiş ve yollar açılmıştır. Tarihi dokunun bulunduğu muhitler şehrin içerisinde kalan bir varoş durumuna dönüşmüş, yeterli belediye hizmetleri alamamışlardır. Bu kesimde oturan ve şehrin asıl yerlileri olan aileler ya başka şehirlere göçmüş ya da şehir içinde iskâna açılan yeni semtlere taşınmışlardır. Şehrin kültürü açısından son derecede önemli olan mahalle kültürü ve mahalleli kavramı ağır ve onarılması çok zor bir darbe yemiştir. Halk şehrin ruhu açısından son derecede önemli olan tarihi mirasa yabancılaşmış adeta buralara düşman kesilmiştir. Tarihi eserlerin anıtsal değerleri nedeniyle koruma altına alınması tamirlerini güçleştirmiş ve yeterli maddi olanakları olmayan sahipleri tarafınca tamir edilmeleri imkânsızlaşmış adeta kaderlerine terk edilerek zaman içerisinde yıkılmaları beklenilmiştir. Birçok tarihi evlerimiz sahiplerince terk edilmiş ve içinde paha biçilmez değerde olan, kurnaları, kapıları, tavan süslemeleri ya yağmalanmış ya da tahrip edilmiştir. Kısaca Erzurum tarihi doku itibariyle ağır bir darbe yemiş, pasif korumanın tüm olumsuz yönleri ile karşı karşıya kalmıştır. Bu gün ülkemizde bu anlayış terk edilmeye çalışılmakta ve şehrimizde de buna ilişkin projelerin geliştirilmesine ilişkin çalışmalar yapılmaktadır.

Tarihi dokunun korunmasına ilişkin ikinci yaklaşım tarihi çevre üzerinden olmaktadır. Tarihi çevre üzerinde koruma; kendi başlarına anıt olan veya olmayan ama hep birlikte bir arada tarihi, geleneksel ve görsel değer taşıyan tüm öğelerin bir arada değerlendirilmesi düşüncesi üzerine kurulan bir koruma yaklaşımıdır. Bu yaklaşım pasif korumanın tam zıddı bir tarda tarihi eserlerin şehir planlamasına dahil edildiği çevresel düzenlemelere daha fazla önem veren, halkın katılımının sağlandığı ve şehrin cazibe merkezi olarak düşünüldüğü bir koruma anlayışıdır. Bu anlayışta tarihi eserler anıtsal değerleri ile birlikte kültürel değerlerinin de ön plana çıkarıldığını görmekteyiz. Bu anlayışın temelinde tarihi dokuyu bir müze olarak korumaktan daha ziyade şehrin yaşam merkezi haline getirilmesi fikri yatmaktadır. Bu yaklaşımda ana unsur tarihi dokunun korunması planlamalarında bugünkü toplumsal değerlerin göz önünde tutularak, tarihi dokunun şehrin günlük sosyal yaşam merkezlerinden biri haline getirecek projelerin geliştirilmesidir. Tarihi çevre üzerinden yapılması planlanan bir koruma için kentsel sit sahasının ilan edilmesi gerekir. Daha sonra bu sit alanları içerisinde korunmuş bölgeler oluşturulması gerekir. Sit alanları içerisinde özel mülkiyet ve kamu mülkiyetine ait alanlarda paket proje sistemleri ile dinamik plan olgusu oluşturulmalıdır. Şehir planlamalarında kentsel gelişim alanı ile kentsel sit alanlarının bir bütün olarak düşünülmelidir. Bu şekildeki koruma özellikle tarihi dokunun bir arada olduğu şehirlerde uygulanması kolay olmakta ve çok başarılı neticeler alınmaktadır. Şehrimizde tarihsel dokunun bu şekilde bir arada olması bu tip koruma projelerinin ve planlamaların yapılması için elverişli bir ortam hazırlamaktadır. Özellikle üç kümbetler ve hacı Cuma mahallelerinde yapılması düşünülen projeler bu tipteki bir koruma anlayışının örnekleridir.

Tarihi dokunun korunması için son yaklaşım ise eski şehirlerin tipolojisi ve mimarisinin belirlenerek şehrin bunlara uygun bir şekilde gelişmesi ve planlamasına yönelik uygulanan koruma yöntemidir. Bu tarzda şehrin kendisi baştan aşağı bir tarihi ve kültürel değer kabul edilmekte ve şehir hem teknik hem alt yapı hem de toplumsal alt yapı olarak buna uygun olarak imar edilmektedir. Önemli olan şehrin eski kimliğini, modern işlevlerin yerine getirilmesinde yansıtmasını sağlamaktır. Gerekirse şehir eski ve yeni şehir olarak ikiye ayrılır. Eski şehirde mümkün olduğu kadar geleneksel mimari uygulamalar yapılırken yeni şehirde modern mimari tasarım ve uygulamalarına yer verilmekte ancak hem binaların yüksekliği hem de tasarımlarının eski şehir ile fazla tezat oluşturmalarına engel olunmaktadır. Açık alanlar ve hizmet donatı alanları şehrin belirlenen tarihi kimliği ve mimari dokusunu yansıtacak şekilde düzenlenir. Şehrin eski yerleşim alanları mümkün olduğu kadar sokak sağlamlaştırma çalışmaları, eski mahallelilerin bulundukları yerlerde ikametlerin sağlamak amacıyla alınan tedbirler ile şehrin tamamına yayılan ve şehirlilerin katılımını sağlayarak şehir kimliğinin oluşmasını sağlamaya çalışan bir koruma yöntemidir. Planlı şehirlerde mutlaka o şehrin örf, adet, gelenek ve göreneklerinin ön plana çıkarılarak şehrin yaşamına katılması gereklidir. Şehirli kimliğinin ve şehirlilik bilincinin oluşması için bir şehirlinin kendi örf, adet, gelenek ve görenekleri ile şehrin yönetimine katkıda bulunması gereklidir.

Tarihi boyunca yerleşim sürekliliği gösteren şehirlerin, tarihi karakterlerini korumak ve sürdürmek için yapılacak tasarım müdahalelerinin başarılı olması için müdahale yapılacak alanların katmanlaşma çalışmaları için ciddi ve kapsamlı çalışmaların yapılması gereklidir. Arkeolojik çalışmaların yapılmadığı eski şehirlerde yapılan bir planlamanın başarılı olamayacağı açıktır. Şehrin kadim haritalarının dönemler itibariyle çıkarılarak, bugünkü binaları ihtiva eden haritalar ile çakıştırılarak geleceğe yönelik planlamalar ve projelendirme çalışmaları yapılması bu tarzdaki bir korumanın olmasa olmazını teşkil eder. Bu tür çalışmalar olmasa kentsel tasarım, imar planları ve koruma planları ve çalışmaları birbirleri ile bütünleşemez ve şehir içerisinde tarihi doku parçacı bir şekilde planlanmak zorunda kalınır. Bu şekilde şehir gittikçe tarihi kimliğinden, misyonundan uzaklaşır.

Bugün şehrimizin eski bir şehir olduğu ve uzun yıllar boyunca kültürlerin kaynaştığı ve toplandığı bir merkez olduğu düşünüldüğü zaman bu koruma yönteminin şehrimiz açısından çok uygun olduğu görülmektedir. Özellikle Fransa’nın başkenti olan Paris, İsviçre’nin Nyon şehirleri başta olmak üzere Prag ve Budapeşte’de uygulanan şehircilik uygulamalarının bu koruma yöntemi üzerinde temellendiği gerçeği bizim şehircilik anlayışımız açısından bu yaklaşıma geçmemiz gerektiği hakkında ipucu vermektedir.

Doğal ve kültürel değerleri korunmuş, sağlıklı kentsel çevrede yaşama hakkına sahip olan şehirlinin bu haklarından mahrum kalmaması için tarihsel dokunun, kültürel değerleri ve toplumsal yaşamı yansıtacak şekilde ekolojik zenginliği gösterecek peyzaj çalışmaları ile desteklenerek korunması önemlidir. Peyzaj şehrin bütününde doğal çevreyi, şehrin yaşam ortamının dinamikleriyle ilişkili hale getirme uğraşısıdır. Kentsel peyzaj, imar edilmiş alanların, temel karakterlerini oluşturan tarihi ve modern binaların, mekânların kendi aralarında bir bütünlük arz etmeleri için gerekli olan bina, yol, köprü gibi kültürel ve imar uygulamalarını toprak, su, bitki gibi doğal elemanlar ile birleştiren üç boyutlu bir yaklaşımdır.

Peyzaj çalışmalarının ortaya çıkmasında iki temel endişe ön plana çıkmaktadır. Bunlardan ilki şehir yaşamına ayrılmış alanlarda toprağın, suyun ve havanın niteliğinin bozulması ve bu şekilde şehirlinin bedeni ve ruhsal sağlığını tehlikeye sokmasıdır. Bu endişeden dolayı peyzaj; daha iyi ve sağlıklı şartların yaratılmasını hedefleyen ve çevre kalitesini artıran araçlardan biri olduğu belirtilmektedir. İkinci endişe ise şehir mimarisinde ve kentsel mekân tasarımında çevresel bütünleşmenin sağlanmasıdır. Bu endişeden dolayı peyzaj; doğal unsurların zaman ve mekâna göre seçilerek insan, mimari ve çevre unsurunun bir bütün olarak birbirleriyle buluşmalarını sağlama sistemi olarak kabul edilmektedir.

Modern şehircilik tasarımlarında; çevresel bütünleşme artık olmazsa olmaz haline gelmektedir. Peyzaj aslında tarihi ve kültürel doku, insan ve çevre ile bir bütünlük arz edecek şekilde modern mimarinin uygulanması ve ekolojik, kültürel, ekonomik, politik, sanatsal, mimari ve sosyal gelişme hedeflerine ulaşılabilmesi için sanat, bilim mühendislik ve teknolojiyi bir arada kullanma gayretinden başka bir şey değildir.

Peyzaj sadece binaların bahçe ve çevre düzenlemesi ile ilgilenmez, binanın dışı ile de ilgilidir. Bir evin içi özeli ilgilendirirken, binanın dışı yüksekliğinden tutun dış cephe rengine kadar kamusal alanı etkiler ve çevresindeki mimari dokuya tesir eder. Bir sokağın estetiği ve yaşam tarzı olduğu gibi bir şehire tesir eder. Dolayısıyla sokak aslında şehirsel bir kamu malıdır. Bu kamu malının en iyi şekilde muhafazası bu sokak sakinlerinin kendilerini bu sokağa ait his etmeleri ile sağlanır. Bu aidiyet duygusunun verilmesi ise peyzaj uygulamaları ile sağlanır. Bundan neyi kastetmek istediğimizin İngiliz Mimarlar Kraliyet Enstitüsü RIBA tın yapmış olduğu peyzaj tanımı ile daha iyi anlaşılacağına inanmaktayız. RIBA ya göre kentsel peyzaj; sosyal ve kültürel sorunların ortaya konması ve bu sorunların insan ve toplum ilişkilerine yansımasında bir araç olan yapılanmış mekânların nitelikleri ile ilgili bir disiplindir. RIBA ya göre peyzajın unsurları aşağıda maddeler halinde sıralanmaktadır.

  • Çağdaş kent halkının, sosyal, ekonomik, mekânsal ve estetik yönler arasındaki ilişkileri anlamak ve çözmek

  • Kent toplumu ve planlamasında; ekonomik uygulamalar, politik yapılar, mekânsal modeller, sosyal hizmet sistemleri değişimi içinde gereksinimlerinin analizini belirlemek, özel sektör yatırımlarının kamusal düzene kavuşturulması ve şehir denetiminin yapılması

  • Korunması gerekli değerler ile geçmişe bağlantı dengesinin korumayı sağlayan bir disiplin olma

RIBA peyzaja ihtiyaç duyuran gereksinimleri ve estetik, sembolik, ahlaki nitelikleri ise aşağıdaki maddeler ile belirlemiştir.

  • Kamu mekânlarının yeniden ele alınması

  • Kentsel gelişmenin devamlılığı

  • Kamu mekânlarının daha yararlı hale getirilmesi

  • Güvenli ve hoş bir çevre yaratılması

  • Kentsel mekânda yaşam kalitesinin artırılması

Bu konunun şehircilik açısından ve aynı zamanda şehrimiz içinde çok önemli bir konu olması nedeniyle daha dikkatli ve kapsamlı bir şekilde incelememizi gerektirmiştir. Bu başlık altında belirlemiş olduğumuz noktaları şehrimiz açısından özetleyecek olursak. Pekte iç açıcı olmayan bir manzara ile karşılaşacağımız açıktır.

Her şeyden önce şehrimizin insanlığın ortak malı olduğu ve asırlara uzanan ve çeşitli medeniyetlerin mirasını taşıyan tarihini, kültürünü yansıtacak şekilde koruyup yeni değerler katarak gelecek nesillere aktarmamız gerektiği bilincine sahip olmadığımız acı bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır.

Erzurum’un yerleşim katmanı, tarih çevresi ve dokusunu bir bütün olarak düşünüp planlayıcı çalışmaların yapılmadığı görülmektedir. Bunda yıllarca şehrin tarihi dokusunu anıt eser koruma anlayışı ile belirlenip pasif koruma mantığı ile korunmaya çalışılması etkili olmuştur. Pasif korumanın yukarda değinmiş olduğumuz olumsuzluklarına, piyasa ekonomisine geçişle birlikte ortaya çıkan rantiyecilik düşüncesi çevresinde gelişen şehircilik faaliyetleri ve yaşanan hızlı göç olgusu ile Erzurum tarihi ve kültürel dokusunu hızlı bir şekilde kaybetmeye başlamıştır.

Erzurum da tarihi dokunun korunması için çalışmalar başlamış ve bunun için üç kümbetler ve kültür yolu projeleri gündeme gelmiş ve gerekli kamulaştırma çalışmaları başlamıştır. Ancak Erzurum şehrinin eski bir şehir olması bu şehrin baştan aşağı bir tarihi doku olarak kabul edilmesini gerektirmekte ve buna uygun olarak şehircilik planlarının yapılması gerekmektedir. Maalesef şehrimizde ve ülkemizde bu tarz da bir koruma düşüncesi gelişmemiş ve daha tartışılmaya bile başlanılmamıştır.

Erzurum şehir sisteminin kurulmaması, şehir tipolojisinin belirlenmemesi, şehir katmanlarının tam olarak tespit edilmemiş olması, anıt eser diye nitelendirebileceğimiz eserlerin tamamına yakının da kitabelerin sökülmesi ve nerede muhafaza edildiğinin bilinmemesi karşımızda tarihi dokunun korunmasında ciddi bir sorun olarak durmaktadır. Bu konu üzerinde ciddi araştırmalar ve gerekirse adli ve idari soruşturmaların yapılmasını gerektirmektedir. Erzurum evlerinin büyük bir kısmının yıkılması, tahrip edilmesi, bakımsız ve harabe bırakılması yüzünden şehir birçok önemli hazinesini kaybetmiş ve geçmişin mirasının geleceğe aktarılması yönünden ağır bir darbe almıştır. Yaşanan göç nedeniyle şehrin mahalle kültürü tahrip olmuştur. Erzurum şehircilik anlayışında peyzaj çalışmaları ciddi bir şekilde ele alınmamış ve şehir planlamasında ve bütçe hazırlıklarında hak ettiği yeri bulamamıştır. Tarihi dokuya yabancı ve hiçbir mimari değer taşımayan imar uygulamaları ile şehir tarihi dokusuna ve mirasına uygun olmayan bir yapılaşmaya maruz kalmış ve insanlar yaşadıkları ve doğdukları şehre yabancılaşmışlar ve kendilerini şehre ait his etmemeye başlamışlardır. Tarihi dokunun korunması çeşitli disiplinlerde ve meslek kollarında işinde uzmanlaşmış kişi ve kuruluşların olmasını gerekli kılan zorlu bir çalışma olmasına rağmen yerel yönetimlerde bu birikimde elemanların olmaması ve şehir içinde bu konu ile profesyonel olarak ilgilenen insan ve kuruluşların olmaması karşımıza ciddi ve aşılması zor bir engel olarak çıkmıştır. Tarihi dokunun korunması için gereken arkeolojik çalışmaların şimdiye kadar planlanmaması ve kale içi kazı alanı dışında kazı alanlarının belirlenmemesi bir başka sorun olarak karşımızda durmaktadır. Tarihi dokunun korunması için atılması gereken önemli adımlardan bir tanesi ise yaşanan trafik yoğunluğunun tarihi dokunun tam kalbinden geçen cumhuriyet caddesinden ve Yakutiye’nin üzerinden kaldırılması gereklidir.

ÇOK KÜLTÜRLÜ, BÜTÜNLEŞMİŞ BİR ŞEHİRDE YAŞAMA HAKKI

Kültür; genel anlamda insana ait bilgi, inanç, davranışlar ve teknik araçların bütünü ve bunların yansıması olan maddi ve manevi ortaya çıkarılan her türlü felsefi, fikri, sanatsal, ahlaki, ekonomik, teknik vb. maddi ve manevi edinimlerdir.

Kültür kavramı akademik çevrelerce dört farklı anlamda ele alınıp incelenmektedir.

  • Kültür, bir toplum ya da bütün toplumların birikimli uygarlığıdır.

  • Kültür, belli bir toplumun kendisidir.

  • Kültür, bir dizi sosyal süreçlerin bileşkesidir.

  • Kültür, bir insan ve toplum kuramıdır.

İnsan topluluklarının, toplu göçler, savaşlar vb. sebeplerle sayısız hareketlikler yaşamalarından dolayı toplumlar, kaynaşmış ve farklı kültürlerin bir arada yaşama zorunluluğu ortaya çıkmış ve buda yeni kültür kompozisyonlarının doğmasına neden olmuştur.

Dolayısıyla insanlık asırlar boyunca uğraştığı ve aynı zamanda uğraşacağı, çok kültürlülük kavramı ile tanışmış ve aynı zamanda kültürler arası çatışma sorunu ile karşılaşmıştır. Çok kültürlülük ile bireylerin birden fazla etnik köken, dil, din, tarih ve sanat anlayışına sahip kültürlerin bir arada yaşamasını ifade eder. Günümüzde çevrecilik, feminizm vb. diğer fikri hareketler etrafında oluşan modern örgütlenmeleri de çok kültürlülük tanımı içerisine sokan tanımlarla karşılaşmak mümkündür. Aslında çok kültürlülük kavramı daha çok azınlık hakları söz konusu olduğunda ön plana çıkan ve toplumsal barış için önemli olan bir kavramdır.

Kültürler arasındaki farklılığın giderilerek ama aynı zamanda da bu farklılığın çatışmasız yaşanılmasını sağlama sorunu ile toplum ve devlet yönetimi karşı karşıya kalmaktadır. Özellikle imparatorluklar döneminde çok kültürlü bir yapıda olan devletlerin bu farklı kültürleri bir arada tutma endişesi yaşarken, ulusal devlet sürecinde ise kültürel farklılıkların giderilerek hepsini bir arada bir vatandaşlık bağı ile ülkeye bağlayarak homojen bir kültüre sahip olma kaygısı vardır. Ulusal devletin bu kaygısını gidermek için idare ve hukuk önünde dil, din, ırk, cinsiyet ayrımı olmadan her kesin eşit olması ilkesinin kabul edilmesi gerekmektedir. Bunun içinde ulus devletin demokratik ve hukuk devleti olması gereklidir. Başarılı bir demokratik hukuk devleti ise toplumsal farklılıkları bir gerçek olarak kabullenip tanımıştır. Bunun neticesinde bir yandan ayrımcılığa karşı etnik, dinsel, dilsel, cinsel eşitlik ve adalet sağlanmışken diğer yandan ise hâkim olan kültürün merkezinde farklılık kabul edilip tanınmış ve hem üst hem de alt kimlik kavramları çatışmadan bir ulusal uyumluluk sergilemeye başlamıştır. Her kültürün kendini ifade etme ve tanıtma çabası eğer barışçıl bir toplumsal muhalefet tarzında olursa demokrasinin daha çok gelişmesine neden olacağı gibi toplumun, devlet yönetimine ve rejimin işleyişine daha çok hâkim olma ve bireylerin kendini vatandaş olarak ülkeye ait olduğunu his etme yönünde de ciddi bir katkısı olacaktır. Ancak kültürel farklılık üzerinde sürekli vurgu yapılarak alt bir kültürel kimlik için sürdürülen bir hak arama çabası ötekileştirme ile neticelenir ve demokrasi açısından ciddi sıkıntıların oluşmasına neden olabilir. En tehlikeli olanı ise merkezi kültüre kendini yakın his edenler sürekli olarak farklılığına vurgu yapan kültürel gruba karşılık bir ötekileştirme peşinde de karşılıklı olarak birlikte yaşama arzusunun kaybolmasına neden olabilir. Bu cepheden ülkemize bakacak olursak, şunu görürüz. Türkiye çok kültürlü bir imparatorluk olan Osmanlı devletinin toplumsal mirasını devralarak ulus devlet temelli bir cumhuriyet rejimine sahip, demokratik bir devlet olarak tarih sahnesine çıkmıştır. İmparatorluğun dağılma ve yıkılma döneminde yaşanan tecrübeler misak – ı milli ve daha sonra kurtuluş savaşı döneminde Türkiye sınırları içerisinde yaşayan herkesi Türk kabul etme tarzındaki ırka dayanan millet tanımı yapılmasına neden olmuştur. Zaman içerisinde anayasal dönem geçişle birlikte yaşama arzusunu gösteren ortak tarihe ve inanca sahip insanların birlikteliği millet olarak tanımlanmıştır. Ancak, her türlü farklılık birlikte yaşama arzusu etrafında toplanan ortak bir tarih ve inanca sahip olan merkezi kültür etrafında giderilmeye çalışılan farklılıklar son yıllarda ortaya çıkan daha fazla kültürel kimlikle hak kazanma çabaları yüzünden sarsılmaya başlamış ve bir ötekileştirme ortamının oluşmasına neden olmuştur.

Demokrasinin, kendilerini farklı his eden bireylerin ve bu bireylerden oluşan grupların siyasal alanda kendilerini tanıtma ve farklılıklarıyla yönetime dahil olma temelli bir yönetim anlayışına sahip olduğunu düşündüğümüz zaman yerel yönetimlerin çok kültürlülük açısından önemini fark edebiliriz. Çok kültürlü bir toplumda kültürler arasında farklığın farkına varma ve kültürlerin birbirlerini tanıma imkânının yerel örgütlenmelerde daha çok olması çok kültürlülüğün bir bütün oluşturması açısından son derecede önemlidir.

Kültürlerin, farklılıklarının farkına vararak ve birbirlerini tanıyarak birlikte yaşamın gerektirdiği, yerleşim yerinin oluşturulması ve gündelik yaşantının gerektirdiği uğraşıları birlikte yapmaları bir arada yaşama ve farklı olanı ötekileştirmeden bir yere ait olma duygusunu kazandırması açısından şehir ve şehircilik çok önemlidir. Kültürel farklılıkların bir arada ve barış içerisinde, birbirlerine müdahale etmeden yaşayabilme imkânı verme açısından şehir hayatı ve hemşericilik çok kültürlülüğün bir şehir merkezli kültür etrafında bütünleşmesine katkı sağlar.

Şehir, insanın ve toplumun ortak yaşam çevresi olmasının yanı sıra bunların ortaklaşarak tasarımını yaparak kurdukları, inşa ettikleri içinde peyzaj çalışmaları da olan mimari bir eseri olarak kültür iken aynı zamanda başka kültürel faaliyetlerin yapılacağı bir mekândır. Bu mekân; mimariden tarihe kadar birçok ilmi ilgilendiren, sosyal, sanat ve kültür hayatına kadar her yönüyle bir yaşam tarzını yansıtır. Bu yaşam tarzı şehir kültürü, şehir belleği ve şehir kimliğidir. Bu yaşam tarzını paylaşmak sadece o şehirde ikamet etmek ve çalışmakla olmaz. O şehre ait olduğunu his etmek ile olur. Bunun için insanın veya topluluğun, şehrin ortak tarihini paylaşma, kendi kültürü ile şehir hayatına katkıda bulunmasını sağlamak ve kültürel farklılıklarını şehir kültürü ile bir ahenk içinde buluşturmak lazımdır. Şehirde yaşayan ve yaşamak için gelen herkese hangi kültürden gelirse gelsin veya dünyanın ya da ülkenin neresinden gelirse gelsin, kendilerini bulundukları şehrin bir hemşerisi gibi his etmelerini telkin etmek gerekir. Aynı zamanda varlıklarıyla toplumun bütünlüğüne katkıda bulunduklarını, sahip olduğu farklılıkları ile toplumun vazgeçilmez unsuru olduğunu his etmeleri sağlanmalıdır. Bunun için kendi farklarını tanıtmak ve başkalarının istedikleri gibi değil kendi istedikleri şekilde tanınmaları için mücadele vermelerini sağlayacak ortamı, imkânı ve fırsatı sağlamak gereklidir. Bu şekilde, farklılıkları taşıyanları istedikleri sürece kendi dinlerini, dillerini ve kültürlerini kullanma imkânı sağlanarak hem kendi öz benliklerinden kopmaları önlenir hem de farklılıkları şehrin kültürü ile uyumlu bir şekilde bütünleşir. İşte bu noktada şehirli hayatın çok kültürlü özelliği sağlanmış olunur ve aynı zamanda bütünleşmiş bir şehir kültürü ile karşılaşmış oluruz. Bu noktada kültür çatışması önlenmiş olur. Tabi ki bu çatışmanın önlenmesi ve bütünleşmenin sağlanması yönünde en baştan itibaren çevre dikkate alınmak zorundadır. Bu şekilde çok kültürlülüğün gereği olan açık mekânlarda şehrin mimarisine ve tarihi dokusuna uygun bir şekilde dâhil edilmiş olunur ve halkın birbirleri ile bir uyum içerisinde yaşanması sağlanır.

Çok kültürlülük her zaman için bir kültür çatışması ve farklıkları kabul etmeme tehlikesini içinde barındırmaktadır. Bu tehlikenin önlenebilmesi amacıyla ülke ve şehir yönetimince üç başlık altında gereken tedbirler alınmalıdır

  • Farklılıklardan kaynaklanan sorunların çözümü için diyalog gruplarının kurulması ve bunların desteklenmesi

  • Ayrımcılığa karşı atölye çalışmalarının yapılması ve bunun için gerekli ortamın sağlanması için gerekli teşvik ve desteklemenin yapılması

  • Birlikte yaşama arzusunu artırıcı gönüllü çalışma esasına dayalı, sosyal, kültürel, ekonomik, şehircilik alanlarında projeler hazırlanarak bunların uygulanmasını sağlamak

  • Bütün bu başlıklardaki çalışmaları yapmak amacıyla sivil toplum kuruluşlarının kurulması ve faaliyetlerinin desteklenmesini sağlamak

Ülkemize dönüp baktığımız zaman yukarıda da değindiğimiz gibi çok kültürlü bir imparatorluğun toplumsal ve tarihsel mirası üzerine kurulmuş bir ulus devleti olarak dünya sahnesinde yerimizi almış olduğumuzu görürüz. Çatışmalarla ve işgallerle oluşan bir sancılı dağılma ve yıkılma döneminden sonra çok kültürlülüğe ve farklılığa dayanan bir vatandaşlık kimliğine olumsuz bakıldığı görülmektedir. Ancak milli mücadele döneminin bitmesi ile anayasal döneme geçişle birlikte çok kültürlülük kendini ortak bir tarih ve yaşam arzusuna sahip olan herkesi Türk kabul etme tarzıyla ortak bir kültür etrafında toplayıcı çatışmadan uzak ve İslam dinine mensup olanların dışındakileri azınlık olarak tanımlayan Lozan anlaşması çerçevesinde bir millet tanımı yapılmıştır. Bu tanıma göre Türkiye içerisinde yaşayan herkes Türk vatandaşıdır denilmiştir. Ancak Osmanlının son dönemine ilişkin olumsuz hatıralar tam olarak silinmeden millet tanımını oluşturan ana unsurlardan birinin kendi kültürel kimliği üzerinde yapmış olduğu farklılığı sürekli vurgulayarak hak talebinde bulunması ve bunu silahlı mücadele yoluyla sürdürmesi toplum içerisinde ciddi bir tepkiye dönüşmesine ve ötekileştirmeye neden olmuştur. Yine Osmanlı mirası neticesinde ve Lozan anlaşmasına göre azınlık olarak tanımlanan unsurların başta İstanbul, Antakya ve Mardin şehirlerimiz olmak üzere azınlıkların bulunduğu şehirlerimiz çok kültürlülüğün yansımasına sahne olmuştur. Özellikle turizmin gelişmesi ile birlikte dış ülkelerden gelip turistik yörelerimize yerleşen yabancı uyruklular ile çok kültürlülük turistik bir değer kazanma yoluna gitmiştir.

Ülkemizin büyük bir kısmının Müslümanlardan oluşması çok kültürlülük açısından İslam dinini önemli kılmaktadır. İslamiyet hayatın merkezine insanı almaktadır. İnanmış bir Müslüman erdemli bir insandır. Çevresiyle barışık bir şekilde inancını yaşanmaktadır. Dolayısıyla iman etmiş insanların bulunduğu bir yerde her hangi bir çatışma yaşanmaz ve diğer inançlara, kültüre sahip olan insanlara kendi değerlerine yönelik bir saldırı yapılmadığı müddetçe sorunsuz bir şekilde yaşar dolayısıyla İslam dini çok kültürlülüğe elverişli bir dindir. Bundan dolayı hem Selçuklu devleti hem de Osmanlı devleti döneminde gayri Müslümler her hangi bir sorun yaşamadan bu ülkelerin topraklarında yaşamışlardır.

Erzurum şehri de yıllarca çok kültürlülüğe sahip bir şehir hüviyetinde yaşamış ve Osmanlının son dönemlerine kadar uyumlu çok kültürlü sosyal yaşam şehir hayatında yer bulmuştur. Ancak Osmanlı Rus savaşları döneminde Ermenilerin Ruslar ve diğer devletlerce kışkırtılması nedeniyle yaşanan Ermeni hadiseleri yüzünden alınan 1905 tehcir kararı ve peşine yaşanan Ermeni mezalimi ve Müslümanlara yönelik katliamları ile birlikte çok kültürlü yaşam şehrimizde bitmiştir. Buna rağmen ülke ve şehrimizde meydana gelecek ekonomik gelişmeler neticesinde yaşanacak olan göçlerle birlikte şehrin çok kültürlü bir yapı ile karşı karşıya kalma ihtimali olduğu göz önünde tutularak, hazırlıklı olmak gerekmektedir. Özellikle şehrimize ait hâkim kültürün çok iyi anlaşılması ve şehrin kendine özgü kültürel unsurlarının tespit edilerek Erzurum kültürünün betimlenerek şehir halkına aktarılması ve diğer kültürleri kabullenebilecek bir fikri yapıya kavuşmaları sağlanmalıdır. Erzurum kültürel yapısının yaşanan hızlı göç ve artan ekonomik faaliyetler ile birlikte gelişen bilinçsiz kentleşme nedeniyle tahrip olmaya başladığı bir gerçektir. Bunun için Erzurum kültürüne yönelik ciddi akademik çalışmalarının yapılmasının yanı sıra bu kültürel değerlerin halkın arasında yayılması için sosyal çalışmaların yapılması gereklidir.

ÇALIŞMA VE GÜVENLİK HAKKI

Çalışma hakkı ile yeterli istihdam olanaklarının yaratılarak, ekonomik kalkınmadan pay alabilme şansının verilerek, kişisel ekonomik özgürlüğün sağlanması amaçlanmaktadır.

İnsan hakları evrensel beyannamesinin 23. Maddesine göre,

  • Her şahsın çalışmaya, işini serbestçe seçmeye, adil ve elverişli çalışma şartlarına sahip olmaya ve işsizlikten korunmaya hakkı vardır.

  • Herkesin, hiçbir fark gözetilmeksizin, eşit çalışma karşılığında eşit ücret almaya hakkı vardır.

  • Çalışan her kimsenin kendisine ve ailesine insanlık haysiyetine uygun bir yaşayış sağlayan ve gerekirse her türlü sosyal koruma vasıtalarıyla de tamamlanan âdil ve Elverişli bir ücrete hakkı vardır.

  • Herkesin, menfaatlerinin korunması için sendikalar kurmaya ve bunlara katılmaya hakkı vardır.

Denilmektedir.

Yine aynı beyannamenin 24. Maddesinde ise Her şahsın dinlenmeye, eğlenmeye, bilhassa çalışma müddetinin makul surette tahdidine ve muayyen devrelerde ücretli tatillere hakkı vardır. Şeklinde bir düzenleme getirmiştir.

Anayasamız ise Sosyal Haklar ve Ödevler Başlığı altında 49. Maddesinde şu hükümlere yer vermiştir.

Çalışma, herkesin hakkı ve ödevidir.

(Değişik: 3.10.2001-4709/19 Md.) Devlet, çalışanların hayat seviyesini yükseltmek, çalışma hayatını geliştirmek için çalışanları ve işsizleri korumak, çalışmayı desteklemek, işsizliği önlemeye elverişli ekonomik bir ortam yaratmak ve çalışma barışını sağlamak için gerekli tedbirleri alır.

Anayasamız 50. Maddesinde ise

– Kimse, yaşına, cinsiyetine ve gücüne uymayan işlerde çalıştırılamaz.

Küçükler ve kadınlar ile bedenî ve ruhî yetersizliği olanlar çalışma şartları bakımından özel olarak korunurlar.

Dinlenmek, çalışanların hakkıdır.

Hükmünü getirmiştir.

Bu düzenlemelerden anlaşıldığı üzere çalışma hakkı, çalışılan işin özgürce seçilmesi gerektiği ve bunun devlet ve toplumca kabul edildiği sürece, bireyin kendisinin ve ailesinin yaşamlarını sürdürmelerine, gelişimlerine ve toplumda tanınmalarına katkıda bulunacağı anlaşılmaktadır.

Bir iş sahibi olmak, ekonomik özgüven ve birçok durumda yoksulluktan kurtulma yollarından biridir. İnsanların özellikle çalışma hayatına yeni atılan gençlerin ve özellikle genç kadınların gerekli olan mesleki eğitimi almaları, eğitimleri ile kazandıkları diplomaları ile piyasada serbestçe, hiçbir ırk, din, dil, cinsiyet, yaş ayrımına tabi tutulmaksızın iş arama ve işe girme şansına sahip olmaları ve sahip oldukları işe devam edebilmeleri şarttır. Özellikle engelli kişilerin kendilerine uygun, istedikleri işe girebilmeleri için gerekli düzenlemelerin yapılması gereklidir.

Bir kişinin yaşamış olduğu şehirde hayatını devam ettirebilmesi için gereken koşullardan bir tanesi de kendisinin ve ailesinin geçimini temin edebileceği, kendisinin de arzuladığı bir iş bulma ve bu işte çalışabilmesidir. Bir şehrin yaşam kalitesi ve kalkınmışlığı iş şartları ile kendini belli etmektedir. Sağlıklı çalışan bir iş piyasası olan bir şehir yerleşmek açısından uygun ve tercih edilen bir yer demektir. Sağlıklı işleyen bir iş piyasasının olup olmadığı alternatif iş kollarının bulunması, alınan ücretin bulunmuş olduğu şehrin yaşam standartlarına uygunluğu, işsizlerin iş bulmasında geçen sürenin kısalığı mesai saatlerinin kanunen belirlendiği saatlere uygunluğu, iş bulma ve çalışma koşullarında herhangi bir ayrımcılık ve iltimasın olmaması, cinsel istismarın yaşanmaması ile anlaşılır. Sağlıklı bir iş piyasası aynı zamanda sosyal güvenlik haklarının güvence altına alınması ve bu hakların kullanılabilirliği oranında başarılı sayılır.

İnsan ancak kendini ifade ettiği ve güvende his etmiş olduğu ortamlarda aidiyet duygusuna sahip olabilir. Bunun için insanın hayati tehlikesinin olmamasının yanı sıra, ekonomik kaygısının olmaması ve yapmış olduğu işle kendine çevresine ispatlama ve çevresinden her hangi bir şekilde ayrımcılığa uğramaması gereklidir. Şehir hayatının nimetlerinden istifade edebilmek için çalışma hayatının, kendisine ve ailesine zaman ayıracak sürelerde olması gereklidir.

Bugün ülkemizin karşılaştığı en ciddi sorunlardan bir tanesi ise sağlıklı işleyen bir iş piyasasının olmaması ve çalışma hayatında kayıt dışılığın önlenememesidir. Çalışma hayatına yeni atananların iş bulma süresinin uzun olması ve genellikle eş, dost çevresi aracılığıyla iş bulunması ciddi bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Özellikle büyük şehirlerde yaygın olarak karşılaşılan hemşerilik iş piyasasında ciddi bir ayrımcılığa neden olmaktadır. Eğitimlerini bitirerek çalışma hayatına atılmak isteyenler genellikle almış oldukları eğitim ile nasıl para kazanacaklarını bilmemektedirler. Ulusal seviyede yürütülen meslek edindirme projeleri eleman ihtiyaçları ve sektör gereksinimlerini tam olarak karşılayamamakta ve kendilerinden beklenilen randıman alınamamaktadır. Tespit edilen asgari ücret geçim şartlarının çok altında kalmakta ve çalışma isteğini düşürmektedir. Peş peşe yaşanan ekonomik krizler nedeniyle sarsılan ekonomi nedeniyle iş piyasasında denge sağlanması zorlaşmış ve devletin hantal merkeziyetçi yapısından kaynaklanan bürokrasi yüzünden hızlı çalışan, başarılı bir çalışma ve iş bulma örgütü oluşturulamamıştır. Mesai saatlerinin Avrupa devletleri içerisinde en uzun ülkelerden birisi olması ve özel sektörün resmen belirlenmiş olunan mesai saatlerini dikkate almadan daha uzun mesai saatlerini belirlemesi bir başka sorun olarak karşımıza çıkmaktadır.

Şehrimize baktığımız zaman yine sağlıklı işleyen bir iş piyasasına sahip olmadığımızı görmekteyiz. Çalışma hayatına yeni atılacak olanların veya işsiz kalmış olanların ortalama iş bulma süresinin bir yılın üstünde olması, istihdamın yüksek olduğu imalat sektörünün şehrimizde gelişmemesi işsizlik oranının artırmakta bu yüzden diğer şehirlere yönelik bir göç yaşanmasına neden olmaktadır.

Şehrimizin içerisinde iletişim ve bilişim sektörünün geliştirilmesine çalışılmakta ve bu şekilde işsizliğin önlenmesi ve kayıt dışı işçi çalıştırma oranının düşürülmesi amaçlanmaktadır. Şehrimizde uzunca bir süre reel asgari ücretin kanuni asgari ücretin altında olması nedeniyle yaşanan kayıt dışı istihdam halkın arasında artan sigortalı çalışma isteği ve şehrin iş piyasasında artan hizmet sektörünün katkısıyla düşmeye başlamıştır. Buna rağmen katma değer değeri yüksek imalat sektörünün gelişmemesi nedeniyle şehrimizdeki reel asgari ücret gelişmiş diğer büyük illerle mukayese edildiği zaman düşük kaldığı görülmektedir.

Şehrimizde yaşanan çalışma hayatına ilişkin diğer bir husus ise çalışma sürelerinin kanuni sürelerden daha uzun olması ve bu nedenden dolayı çalışanların, kendilerine ve ailelerine ayırabileceği sürenin kısa olmasıdır. Bundan dolayı boş zamanın geçirilmesine yönelik toplumsal alt yapımız gelişememiş ve genelde şehrimize dışardan gelen üniversite öğrencilerinin ihtiyaçlarına göre boş zamanın geçirilmesine ilişkin toplumsal alt yapı oluşmuş ve bu da birçok noktada şehrin ihtiyacına cevap vermekten uzak kalmıştır.

Çalışma hakkımızı kısıtlayan en önemli sorunlardan bir tanesi ise şehrimizde ekonomik analizlerin tam olarak yapılmaması, şehrin lokomotif sektörünün tespit edilmemesi nedeniyle iş gücü ihtiyacının ve sektörler arası dağılımının bilinmemesi ve bu nedenden dolayı açılan meslek edindirme kursları başta olmak üzere nitelikli iş gücü yetiştirmeye yönelik faaliyetlerin başarısız olmasıdır. Eğitim ve öğretim sistemimizden mezun olan gençlerimiz ise aldıkları eğitimin iş piyasasının ihtiyaçlarından uzak olması nedeniyle diplomalarını işe çevirmekte zorlanmaktadırlar. Bu özellikle şehrimizin ülkemizin gelişmiş bölgelerinden uzak olması nedeniyle gençlerimizin meslek edinmelerini daha da güçleştirmektedir.

Sosyal güvenlik sistemimizin son dönemlerde alınan tedbirlerle ulusal ölçüde iyileşmesine rağmen hala küçük esnaf ve işletmelerde çalışan insanlarımızın sigorta kayıtları yapılması yönünde sıkıntılar yaşanmaktadır.

Engelli vatandaşlarımızın iş piyasasına girişte tercih edilmeme nedeniyle ciddi sorunlar yaşamasının yanı sıra iş bulanların ise çalıştıkları iş yeri koşulları fiziki ihtiyaçlarına cevap vermekten uzaktır.

Kadınlarımızın çalışma hayatı konusunda yaşadıkları en ciddi sorunları, mesleki eğitimlerinin yetersiz olması, uzun mesai saatleri nedeniyle aile içinde ciddi sıkıntılar yaşamaları, iş yerinde sıkça küfürlü bir konuşma ortamı içerisine düşmeleri ve cinsel tacize maruz kalmaları şeklinde sıralayabiliriz.

Yaşanılan bu sorunlar nedeniyle Erzurumluların kendilerini şehre ait his etmelerinin önünde bir engel teşkil etmektedir.

TÜKETİCİ HAKLARININ KORUNDUĞU KENTTE YAŞAMA HAKKI:

Kendi imkânları ile üretemediği ya da imal edemediği bir malı ya da kendi bilgi ve yetenekleri ile yerine getiremediği bir hizmeti almak için dışarıya bedel ödeyen kişiye tüketici denilmektedir.

Tüketici kanuna göre ise tüketici; Bir mal veya hizmeti ticari veya mesleki olmayan amaçlarla edinen, kullanan veya yararlanan gerçek ya da tüzel kişidir şeklinde tanımlamıştır.

Tüketici hak kavramı şehircilik açısından iki değişik şekilde ele alınıp incelenmelidir. İlki ticari mal ve hizmet açısından, diğeri ise şehircilik faaliyetleri açısındandır.

Ticari mal ve hizmet açısından tüketici haklarının gelişimi aslında şehirlerin hızla büyümesi ve şehircilik anlayışının gelişmesine paralel bir seyir izler. Tüketici haklarının korunmasında sermayenin güçlenmesi, gelişen üretim teknolojisinin ve artan ulaşım imkânlarının etkisi kendisini his ettirmiştir. Sermayenin güçlenmesi ile tüketicinin hem maddi olarak karşılarında güçsüz kalması hem de üreticilerin hukuki destek almaları yüzünden karşılarında hak talep edebilmelerinin güçleşmesi tüketici haklarının korunması için devletin müdahalesini gerekli kılmıştır. Devletin, tüketicilerin gerektiği gibi hak talebinde bulunabilmeleri için örgütlenmelerine imkân tanınması ve bu yönde teşvik etmesi yine üretici karşısında zayıf kalan tüketiciyi korumak amacıyla almış olduğu tedbirlerdendir. Gelişen üretim teknolojisi ile hem ayıplı ürün tanımı yapılmış hem de artan ürün çeşitliliği içerisinde tüketicinin doğru tercih yapması ve zarara uğramaması için kalite standartları belirlenmiş ve firmaların bunlara uyması zorunluluğu getirmiştir. Artan ulaşım imkânları nedeniyle dünya büyük bir piyasaya dönmüş üreticiler ile tüketicilerin birbirlerini tanıma imkânı ortadan kalkmıştır. Bu durumda tüketicilerin satın aldıkları ürünlerin satış sonra desteğinin sağlanabilmesi için devletlerce yetkili teknik servis belirleme zorunluluğunu üreticilere getirmiştir.

Şehircilik açısından tüketicinin ticari mal ve hizmet açısından haklarının korunmasının önemi tüketicinin yaşamış olduğu şehirde hakkının korunması paralelinde kendini yaşadığı şehre ait olarak his etme ve yaşadığı şehri sevebilmesidir.

Bir şehrin ticari mal ve hizmet açısından tüketicinin haklarının korunabilmesi için şehirde tüketicileri müracaat edebilecekleri ve hak arayışında bulunabileceği tüketici koruma kurullarının olması, mahkemelerin var olması ve bunlara müracaatlarını yapmakta güçlük çekmemeleri, mümkün olan en kısa sürede netice alabilmeleri gerekir.

Tüketicilerin yaşadıkları şehirde teknik hizmet alabildikleri hizmetlerin sunulması ve bu hizmetlerin kaliteli ve süratli bir şekilde alabilmeleri önemlidir. Bundan daha da önemlisi şehir piyasasında tüketicinin aradığı ürün çeşitlerini bulabilmesi ve bu ürünlerin kalite ve fiyat açısından ülkenin diğer bölgeleri ile yakın değerler taşımasıdır.

Şehirde tüketicilerin örgütlenme ve bilinçli olma seviyeleri ne kadar yüksek olursa, o şehrin tüketici dostu olduğu söylenebilir.

Şehrimize baktığımız zaman tüketici kanunları çerçevesinde kaymakamlıklar ve valilikler bünyesinde faaliyet gösteren tüketici hakem heyetlerinin varlığını görmekteyiz ve bunların üç ay içerisinde kendilerine gelen konuları görüşüp karara bağlama zorunluklarının var olduğunu görüyoruz. Tüketici mahkemelerinin varlığı da ülkemizde tüketici haklarını korumak amacıyla getirilmiş bir başka güzel uygulama olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak ülkemizde henüz yeteri derecede tüketici haklarının korunması ve bu hakları korumak için tüketicilerin talepte bulunacak bilince ulaşamadıklarını görmekteyiz. Özellikle tüketici derneklerinin gerektiği güce ve etkinliğe ulaşamadıkları bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır.

Şehrimizde de ticari mal ve hizmete yönelik tüketici haklarında istenilen seviyede olmadığı bir gerçektir. Bunda özellikle Erzurum’da tüketici derneklerinin arzulanan sayıda üye sayısına ulaşamamaları, şehir halkının bilinçlendirici çalışmalara yönelik proje hazırlayacak gönüllü uzmanları bulamamaları, hukuki destek sağlamak amacıyla yeterli sayıda gönüllü çalışacak hukukçuların yer almaması ve maddi destek sağlamadaki güçlükler etkili olmaktadır.

Şehrimizde birçok üretici veya satıcı firmaların yetkili servisi olmasına rağmen, diğer gelişmiş ve büyük iller ile mukayese edildiği zaman sayılarının az olduğu ve aralarında ciddi bir donanım ve kalite farklılığı olduğu görülmektedir. Şehrimizde yaşanan tüketici sorunlarından bir tanesi ise tüketicinin ürün veya hizmet satın aldığı büyük firmaların merkezlerinin dışarda olması ve buralara müracaatların genellikle telefon ve internet üzerinden görüşebildikleri müşteri hizmetleri temsilcilerine yapmaları ve birçok seferde gerektiği şekilde hizmet alamamalarıdır. Şehir içinde alışveriş yaptıkları firmalar ise daha tam olarak kurumsallaşmamaları ve tüketici hakları konusunda tam bir bilgiye sahip olmamaları yüzünden müşterilerinin mağdur olmalarına sebebiyet verebilmektedirler Özellikle satış sözleşmelerinde matbu olarak hazırlanan hükümlerden dolayı Erzurumlu tüketicilerin haklarını genelde şehir dışında arama zorunda kalmaları ayrı bir sıkıntı olarak karşımıza çıkmaktadır.

Tüketici haklarını ilgilendiren diğer bir konu ise şehircilik faaliyetleri sonucu aldıkları mal ve hizmetler açısından karşılaşılan sorunlardır. Bunlar özellikle şehircilik açısından son derecede önemli olan sorunlardır. Şehircilik hizmetlerinin tamamına yakını tüketici hakkı ile birlikte sağlık ve yaşam haklarını da ilgilendiren haklardır.

Temiz ve sağlıklı suyu kullanma, temiz bir çevrede yaşama, sağlıklı ve yaşanabilir konutlara sahip olma, sağlıklı bir şehirde yaşama, temiz ve dengeli bir çevrede yaşayabilme, hakları hem tüketici hem sağlık hem de yaşam hakları çerçevesinde değerlendirilebilecek haklardır. Toplu ulaşım, yaya hakları, tarihi dokunun korunması ve tarihi mirasa uygun bir mimariye sahip, peyzaj çalışmaları ile desteklenmiş bir şehirde yaşama vb. ise tüketici hakları olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bu şekildeki bir yaklaşım ister istemez bir şehir hukukunun olmasını gerekli kılmaktadır. Ama maalesef daha dünyada çok yeni olan bu kavram, henüz ülkemizde daha tam olarak anlaşılmamış ve şehircilik hizmetleri değişik kanunlarla düzenlenmesini gerekli kılmıştır.

Şehircilik bir ihtisas alanıdır. Kendine özgü normlar ve uygulamaları gerektirir. Dolayısıyla şehircilik üzerinde çalışacak ve yargılama yapacak insanların bu ihtisas alanına uygun olarak kendilerini geliştirmelerini gerekir. Örnek olarak bir şehir imarı için bir taşınmaza ilişkin kamulaştırma davasında eğer şehirli hakları bilinmezse sadece mülkiyet hakkı üzerinden bir karar verilir ve bu şehirde kaliteli bir hizmetin sunulmasına engel olunur. Böylece bu hizmetten istifade eden bir şehirlinin tüketici hakkı mahkemece ihlal edilmiş olunur.

Öyleyse şehircilik hizmetleri açısından tüketici haklarının kapsamlı bir şekilde işlenerek mevzuata konu edilmesi gereklidir. Bir binanın yüksekliğinin ihlali görüntü kirliliğine sebebiyet verir bu uyumlu bir mimaride yaşama hakkının ihlalidir ve aynı zamanda bir tüketici hak ihlalidir. Kalitesiz kömür kullanımı çevreye zarar vermektedir. Bir başka semtte kullanılsa dahi bu bütün şehrin hava kalitesini etkileyeceğinden hem sağlıklı bir kentsel çevrede yaşama hakkını ihlal ederek kalitesiz bir şehir çevresinin oluşmasına neden olarak tüketici hakkının ihlali aynı zamanda ise çevre sağlığını etkilediğinden sağlık ve dolayısıyla yaşam hakkının ihlalidir.

Aynı şekilde şehir şebekesinden gelen suyun sağlık kriterlerine uygun ve güvenilir olmaması hem bir tüketici hakkı hem de sağlık ve yaşam hakkının aynı anda ihlali demektir. Konutların inşaatında gereken özenin gösterilmemesi direk tüketici hakkının ihlali iken bir deprem veya yıkılma anında sağlık ve yaşam hakkının ihlali anlamına gelir. Aynı şekilde gereken peyzaj ve açık alan düzenlemeleri yapılmasa bu hem şehirlinin tüketici hakkına hem de ruhsal sağlığı için gerekli ortam hazırlanmadığından dolayı sağlık hakkına karşı bir tecavüz olarak algılanabilir.

Bunları her bir hizmet ve hak için tek tek tespit edebiliriz toplu ulaşımdan, yaya haklarına kadar tarihi mirasın korunmasından, sağlık hizmetlerine kadar bütün bu hizmetler direk şehir hizmetleri üzerinden tüketici haklarını ve etkilerine göre sağlık ve/ veya yaşam haklarını ilgilendirir. Şehir yaşamının kalitesi gelişen endüstri, artan ulaşım ve iletişim olanakları, hızlanan bir turizm aktivitesi ve yükselen bir ekonomik refah sonucunda bir mal halinde gelmiştir. İşte tüketici haklarının korunduğu bir şehirde yaşam hakkının düzenlemesi bu yüzden başlı başına bir ihtisas alanını gerektirmekte ve geniş katılımlı bir örgütün varlığını gerektirmektedir. Bu hakkın kullanımı ve korunmasında karşılaşılan en büyük sorun bu hakkı düzenleme, koruma ile mükellef olan belediye ve mahalli idarelerin yine bu hakların en büyük ihlalcileri olmaları ve yine şikâyet mercilerinin de kendileri olmasıdır. Ülkemizde henüz şehircilik hizmetleri bu hak kapsamında ele alınıp düzenlenmemiş ve hiçbir tüketici örgütü bu noktada gayret göstermemektedir.

Şehirde tüketici haklarının korunduğunun en büyük alameti toplumsal alt yapının ihtiyaçlara cevap verebilecek düzeyde olması ve. Şehirde yaşayan insanların, bütün olanaklardan yararlanmasıdır. Tüketici haklarının bir şehirde korunabilmesi için hak talebinde bulunmak ve ihbar etmek alışkanlığının şehirlilerce benimsenmiş olması gereklidir. Bundan dolayı şehirlilerin şehirli haklarını öğrenmeleri gereklidir.

Şehrimizde ise henüz bu konu dikkate alınmamış ve incelenmemiştir. Bu yönde bir hak talebinde bulunulmadığı gibi ne yerel yönetimlerimizin, ne sivil toplum örgütlerimizin, ne de halkımızın her hangi bir bilgisi, çalışması, gayreti mevcut değildir. Dolayısıyla şehrimiz bu hakkın kullanımı itibariyle çok ağır bir ihlal ile karşı karşıya olduğunu söyleyebiliriz. Bunun için aşağıda inceleyeceğimiz ve direkt yerel demokrasi ile ilişikli olan dört temel hak dikkati çekmektedir. Bunlar bilgilenme, seçme seçilme ve yerel otoriterlerle işbirliği içerisinde hizmet verebilme, halkın yönetimine katılımının özendirildiği bir kentte yaşama ve kentsel yöneticileri denetleme ve yargısal başvuru haklarına uygun bir örgütlenme haklarıdır. Bu haklara dayanarak kurulan ve çalışan belediye ve yerel yönetimlerinin varlığı çok büyük bir önem taşımaktadır.

KENT HAKLARININ KULLANIMINA İLİŞKİN OLAN YEREL DEMOKRASİ İLE ALAKALI HAKLAR:

Hakların gelişim sürecine baktığımız zaman üç kuşak içerisinde ifade gelişmenin yaşandığı görülmektedir. Bunlardan ilki, 1. Kuşak haklar olarak nitelendirilen ve doğuştan her insanın sahip olduğuna inanılan temel haklardır. Diğeri ise 2. Kuşak olarak nitelendirilen ve toplumsal bir sözleşmenin sonucunda ortaya çıktığı inanılan sosyal haklardır. Sonuncusu ise 3. Kuşak olarak adlandırılan ve örgütlenmenin gelişmesi ile ortaya çıkan katılım haklarıdır.

Bilgilenme, seçme seçilme ve yerel otoriterlerle işbirliği içerisinde hizmet verebilme, halkın yönetimine katılımının özendirildiği bir kentte yaşama ve kentsel yöneticileri denetleme ve yargısal başvuru haklarına uygun bir örgütlenme hakları kentsel şartnamede ayrı ayrı başlıklar halinde incelenen haklardır. Buna rağmen kentli hakları açısından son derecede önemli olan bu dört temel hakkın bir arada ele alınıp incelenmesinin konu bütünlüğü sağlaması açısından daha uygun olduğunu düşündük.

Bu haklar birbirleriyle ayrılarak incelenmesi mümkün olmayan ve hepsinin bir arada muhakkak bulunması gerekli olan haklardır.

Şehirli haklarının korunması ve iyileştirilmesini sağlamak için demokratik bir düzen içerisinde bilgilenme, katılma ve başvuru haklarının özgürce kullanılması gereklidir. Bu hakların kullanılabilmesi içinde örgütlenme temel şart olarak karşımıza çıkmaktadır.

Şehirli haklarının yaşama geçirilebilmesi için; şehirlinin kendi haklarını kullanırken bir başkasının hakkını ihlal etmemesini sağlamak gerekir. Şehirle ilgili hakların, her şehirlinin davranışıyla oluşan bir ortak davranış tipi olduğundan şehirlinin kendi kişiliğinin gelişmesi için gerekli fırsatların sağlanması gereklidir. Yine hak sahibinin bu hakları sağlanmasını toplumsal düzeni korumaktan sorumlu olan yönetim biriminden istemesi yoluyla talep edebilmesi gereklidir. Bütün bunların hepsi şehirlilik bilinci ile ilgilidir. Bu bilinç arttığı ölçüde şehir örgütlenmeleri gelişecek ve şehir örgütlenmesi geliştikçe şehirli hakları artmaya başlayacaktır.

BİLGİLENME HAKKI:

Şehirlilerin, şehir çevresini bozma riski bulunan, plan, proje ve uygulamalardan haberdar edilmesi gereklidir. Devlet bilgilendirme hakkının gerçekleştirilmesi için haber ve bilgi sistem ağını kurmak yükümlüğündedir. Çünkü halk için bilgi ve haber alma özgürlüğü birçok hakkın uygulamasının ve kullanılmasının ön koşuludur.

Şehrin sağlıklı bir şekilde planlanması için şehirde yaşanılan sıkıntıları ve düşünülen çözüm önerilerinin ve bunların etkilerinin ne olacağı hakkında yapılan sonuç tahminleri hakkında şehir halkının zamanında doğru bir şekilde bilgilendirilmesi gereklidir. Bu şekilde halkın hem şehir yönetimine katılımı hem de şehircilik hizmetlerin yürütülmesinde yerel otoriterler ile birlikte hareket etmesi sağlanır.

Bilgilenme hakkı şehirlinin kendini şehre ait olduğunu his etmesi yönünden gerekli olan ve yerel yönetimlerin çalışmalarına aramış olduğu desteği bulması için önemli bir hak olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bilgilenme hakkının sağlıklı bir şekilde kullanılabilmesi için bilgilenme hakkının kapsamının önceden belirlenmesi, gizli bilgi tanımının kapsamlı, yoruma fazla yer vermeyecek şekilde yapılması ve bilgilendirme işi ile görevli olan birim ve kişilerin bu konuda uzmanlaşmış olmaları gereklidir.

Şehircilik açısından bilgilendirmenin beklenen faydaları sağlayabilmesi için, ilk önce hizmetin doğmasına neden olan sıkıntının tespit edilmesi ve halkın bu sıkıntıdan haberdar edilerek görüşlerinin alınması için gerekli sürenin ve yerin tespit edilmesi gereklidir. Daha sonra yapılacak olan hizmetin gerekçelerinin tespit edilerek kamuoyu ile paylaşılması ve bu şekilde halkın bu hizmeti ne kadar talep edip etmediğinin araştırılması yapılmalıdır. En sonunda ise sunulacak olan hizmetin ilanı, nerede nasıl yapılacağı, bu hizmetten kimlerin yararlanacağı ya da yararlanamayacağı ve hangi koşullardan yararlanacağının izahatını yapacak şekilde kamuoyu ile paylaşımı yapılmalıdır. Karar alma sürecinden önce halkın bu hizmete ilişkin görüşleri, eleştirileri dikkate alınmalı, olumlu ve olumsuz görüşlerin tartışılmasından sonra halkın katılımının sağlanması ile karara bağlanılmalıdır.

Bilgilendirme araçlarının etkili bir şekilde, görsel, sesli, yazılı ve gerekirse her üç unsurun bir arada kullandığı şekilde hazırlanması ve kitle iletişim araçlarının aracılığı ile halka ulaşmasının sağlanması gereklidir. Önemli olan sadece halkın bilgilendirilmesi değil bu bilgilendirme kapsamında halkın karar alma ve hizmeti sunma aşamalarında katılımını sağlamaktır. Bunun için bilgilendirme sonrası geri dönüşümü ve halkın tepki, görüş, istek ve endişelerini yansıtan geri dönüşümlerin toplanacağı kanalların tespiti, ilgili birimlerin adres, telefon, faks ve e posta adreslerinin halka ve ilgililere verilmesi gereklidir.

Bu şekilde kullanılan sağlıklı bir bilgilendirme sistemi ile yerel yönetimler hem yerel demokrasi hem de kaliteli ve etkili hizmet sunma hedeflerine daha hızlı ve sağlıklı bir şekilde ulaşabilirler. Bundan daha önemlisi bilgilendirme ile şehirlilerin, şehirlilik ve şehirli olarak hakları konusunda bilinçlenmelerinin sağlanmasıdır.

Ülkemize baktığımız zaman bilgi edinme kanunu kapsamında vatandaşların devlet sırrı sayılanlar haricinde istedikleri bilgilere ulaşma imkanı tanındığı görülmektedir. Ülkemizde bilgilendirme hakkının önündeki en büyük sıkıntı kamu kurumlarının gerektirdiği gibi bir halkla ilişkiler biriminin olmaması ve var olanların gerektiği gibi etkili bir çalışma yapmamaları daha çok karara bağlanan uygulamaların halka ilan edilmesi tarzında bir mantıkla bilgilendirme çalışmalarının sürdürülmesidir.

Şehrimize baktığımız zaman aynı mantığın geçerli olduğu görülmektedir. Belediyelerin bilgilendirme çalışmaları genelde alınan bir kararın halka reklam panolarında fotoğraflar eşliğinde tebliğ edilmesi ve sonunda hayırlı olsun temennisini taşıyan bir ilandan öteye gitmemektedir. Halkın belediyelerin ve özel idarelerin hangi alanlarda hizmet ettiği ve kendilerine ne gibi hakların verildiği ve yükümlülüklerinin ne olduğu hakkında bir bilgilendirme yoktur. Dolayısıyla şehir halkının hakları ve şehirlilik konusunda bilinçlenmesine yönelik yeterli bir gayretin olmadığı görülmektedir.

Şehrin planlı bir yapıya kavuşturulması için muhakkak Erzurumlu hemşerilerimizin sunulacak hizmetlerin ve uygulanacak plan ve projelerin gerekçeleri, hangi ihtiyaçlara cevap verileceği ve hizmetin nasıl yapılacağı konularında bilgi sahibi olmaları ve düşüncelerini geri bildirim tarzında yerel yönetimlere yapması gerekirken böyle bir imkandan yoksun kalmakta ve bu konu şehirde tartışılma konusu bile yapılmamaktadır. Bu bile bilgi edinme konusunda hemşerilerimizin ne kadar bilinçsiz olduğunun bir göstergesidir.

Yerel yönetimlerimizin halkla ilişkiler servislerinin diğer büyükşehirler ile mukayese edildiği zaman eleman ve teknik imkân itibariyle sıkıntılı olduğu ve verimli çalışamadıkları görülmektedir. İnternet sitelerinin daha tam olarak etkili bir şekilde kullanılamaması bunun delili olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bu sıkıntılar sadece yerel yönetimlerimizde değil aynı zamanda sivil toplum kuruluşlarımızda da kendini his ettirmekte dolayısıyla hemşeri desteği yeterli ölçüde sağlanamamaktadır.

HALKIN YÖNETİMİNE KATILIMININ ÖZENDİRİLDİĞİ BİR KENTTE YAŞAMA HAKKI:

Katılma hakkı: şehirli haklarında kişi ve toplulukların kendi konusunda alınacak kararlara katılabilmesidir. Katılım hakkında tepki gösterme, birlikte hazırlık çalışması yapma, çalıştalar düzenleme, danışma kararlarına katılma ve şehrin yönetimine katılma gibi unsurları bünyesinde taşır. Burada Sivil Toplum Örgütlerinin güçlendirilmesi ve kendi alanlarında önemli gördükleri alanlarda idari ve yasal davalar açabilmelerinin imkânlarının tanınması gereklidir.

Halkın yönetimine katılımı çoğulcu demokrasilerde rastlanılan bir uygulama olup, şehir yönetimlerinde kurum ve kuruluşlar arasındaki dayanışmanın esas olduğu şehir yönetimlerinde, gereksiz kırtasiyeden arındırılarak yardımlaşma ve bilgilendirme ilkelerinin sağlanması amacıyla düzenlenmiş bir haktır. Belediye kanunumuzun 13. Maddesi ile hemşerilerin belediye yönetimine katılmaya, belediye hizmetlerinden yardım almaya hakkı vardır.

Şehir yönetimlerinin en önemli özelliği farklı kimliklerin hakları ve talepleri dile getirme imkânı tanımasıdır. Ulusal vatandaşlık tanımlanmasında homojen bir toplum fikri yatarken, şehir vatandaşlığı yaklaşımı, şehri paylaşan farklı kişilerin ve grupların farklılaşmış gereksinimler doğrultusunda şekillenebilen bir tanımdır. Şehir vatandaşlığı farklı kesimlerin şehirli hakları için, şehir düzeyinde sosyal hareketlilikleri ile tanımlanır. Bu tanımın içerisinde yatan temel gerekçe bir şehirde yaşayan ister o devletin vatandaşı olsun ya da olmasın yaşadığı şehrin üzerinde hakkı vardır ilkesidir.

Bu hakkın kullanılması bir şehirlinin kendine ait örf, adet ve kültürü ile şehrin yönetimine katkıda bulunmasını sağlamaya yöneliktir. Bu başarıldığı takdirde şehrin planlaması şehrin örf adet ve kültürüne uygun olarak yapılır ve şehir şehirlilerin ortak örf ve adetleri ile kültürünü yansıtan bir mekân kimliğine bürünür. Bir de buna çok kültürlülüğün gereği olan farklılıkları yansıtan çevre ve mekânsal öğeler dâhil edilirse şehrin demokratik yapısı şehre mührünü vurur.

Şehirlilik; şehirlilerin, şehirdeki üretim, tüketim ve bölüşüm süreçlerine katılmaları yönünde şehir sisteminde yaşanan, çelişkilerin giderilmesi için örgütlenmeyi gerektiren bir bilinci gerekli kılmaktadır. Bu bilinç aynı zamanda şehirde yaşam kalitesini bozan her türlü sorun ve uyuşmazlıkların çözümü aşamasında kendisini his ettirmek zorundadır. Bunun için şehirciliğin her aşamasında bir işbölümü, uzmanlaşma ve aynı zamanda farklılaşmayı gerektirmektedir. Bunun sonucunda yabancılaşma önlenerek birliktelik, işbirliği ve dayanışma sağlanarak şehir yönetimine şehirde yaşayan her kesimin katılımı sağlanabilir. Özellikle hızlı kentleşme sonucunda yaşanan sorunlar bu katılım sayesinde toplumu fazla sarsmadan çözüme kavuşturulur.

Bir şehrin nazım imar planları yapılırken eğitim sağlık sosyal, sportif kültürel, konut, ticaret, yeşil alanların vb. hepsine dengeli bir şekilde yer verilmesi gerekir. Bunun için planlamalara mutlaka halk katılmalıdır. Bu katılım alternatif projelerin oluşmasına sebebiyet verir, bunun bir sonraki adımı aşağıda açıklayacağımız yerel otoriterlerin koordinasyonunda hizmet verebilmedir.

Halk katılımının şehircilik açısından ne kadar önemli olduğuna ilişkin olarak dünyaca meşhur central park örnek olarak gösterile bilinir. Bu park ilk yapıldığında sadece yeşil alan ihtiyacının karşılanması ve şehre kötü bir görünüm veren ve çevreyi rahatsız eden kokusundan kurtarmak düşüncesi ile hareket edilmiştir. Daha sonra parkın tasarım aşamasına ressamların yaptığı çalışmalar kullanılmıştır. Bu tasarıma halkın kısa görüşleri alınarak dâhil edilmesi ile söz konusu park şehrin ortasında bir piknik yeri olarak yer almış aynı zamanda insanlar için hem bir dinlence, eğlence hem de düşünme, okuma, öğrenme yeri olmuştur.

Halkın yönetimine katılabilmesi için; Komitelerin kurulması, mevcut durumların raporlandırılması, üniversite ve sivil toplum kuruluşlarından katılan profesyonel kişilerden oluşan teknik komisyonların oluşturulması ve eğitim materyallerinin hazırlanması gereklidir.

Ülkemizde yönetime halkın katılımı arzulanan seviyede olmadığı açıktır. Bunda sivil toplum örgütlerinin yetersiz olması, sistemin merkezi bir yapıda olması tüm uzman ve gerekli kaynakların merkezde toplanması, karar alma ve uygulama süreçlerinin merkezden yönetilmesi gibi belli başlı gerekçeler öne sürülebilir. Ancak asıl sebep demokratikleşme ve demokrasiye geçiş aşamasında yaşanan sorunlar ve devletin bürokratik bir yapı içerisinde yönetilmeye çalışılmasıdır. Birçok siyasetçinin bürokrat kökenli olması hala ülkemizde bürokrasi ağırlıklı bir idarenin var olduğunu göstermektedir.

Yerel yönetimlerimizde bu yapıdan nasiplerini almış, ağır bir vesayet denetimi sonucunda gerektiği gibi halka inememişlerdir. Şehrimizde ise halkın katılımının son derecede yetersiz kaldığı görülmektedir. Şehir Komisyonlarının kurulması ve faaliyete geçirilmesine yönelik atılan adımlar katılım açısından önemli olsa da arzulanan seviyede değildir.

Halkın katılımının sağlanamaması nedeniyle şehrimizde sağlıklı bir şehir sistemi kurulamamakta ve bundan dolayı şehrin geleceğine imza atacak olan ve şehrin tarihi, kültürel ve doğal yapısına uygun kalıcı plan ve projeler hazırlanamamaktadır.

SEÇME SEÇİLME VE YEREL OTORİTERLERLE İŞBİRLİĞİ İÇERİSİNDE HİZMET VEREBİLME HAKKI:

Bu hak demokrasinin getirmiş olduğu en temel haklardan bir tanesidir. Yaşamış olduğu ülkenin, bölgenin veya şehrin ya da kasabanın yönetiminde söz sahibi olmak, buranın yönetimini istediği ve uygun gördüğü birisine bırakmak veya kendisinin yönetici olarak seçilmesini istemek bir vatandaşın en doğal hakkıdır.

Bu hakların kullanılması için örgütlenme, birlikte mücadele etme ve katılımın sağlandığı en üst nokta seçme ve seçilme hakkıdır. Seçme ve seçilme ile birlikte yerel otoriterlerle işbirliği içerisinde hizmet verebilme şehir halkını, kendi farklılıklarını yansıtacak şekilde şehirde hizmet alımını ve üretiminin sağlandığı bir mekân haline gelir.

Temiz güvenilirliği yüksek, kaliteli, dengeli ve sürdürülebilir eko sisteme uygun bir fiziksel çevrede yaşama hakkı için dayanışma içerisinde güçlenmiş başarılı bir toplum şarttır. Bu şekildeki bir toplum kendi refahını, sağlığını, yaşamını etkileyen kararlara katılma ve bu kararlar üzerinde etkili olabilmesi için seçme ve seçilmeden daha ötede yerel otoriterlerle işbirliği içerisinde hizmet verebilmesi gereklidir. Bu şekilde şehirde temin edilen gıdadan tutun sağlığa, temizlikten tutun spora kadar şehir alanındaki bütün hizmetlerde yer alması ile şehir halkı şehre sahip çıkar ve bunun yanında bu hizmetlerde yer alanlar kendilerini şehre ait his ederler. Gönüllülük esasına dayanan çalışmalar ile hem sosyal sorumluluk hem de şehirlilik bilinci gelişir.

Bu hak aynı zamanda dünyanın gelişimine ve yönetimine yön vermek isteyen güçlü rantiyeciliğe karşı şehir halkının şehrine sahip çıkmasını sağlayan en önemli haktır. David HARVEY “Kent hakkı, kente yön veren sermaye birikiminin ister finans kapitali olsun, isterse döner sermaye birikimi olsun onun o şehirdeki kullanımı aşamasında söz sahibi olup ona müdahale edebilme haklarıdır. Bunun için bu finansal kapitale karşı güçlü örgütlenme gerekiyor. Bu örgütlenme ile kendine ait sorun ve ihtiyaçları belirleme, çözme ve temin yoluna gidebilir.” Diyerek şehir yöneticilerini seçme, şehir yönetimine talip olma ve şehre yerel yönetimler ile birlikte hizmet verebilmenin artan küreselleşme karşısında şehir kimliğinin korunması için vermiş olduğu önemi ifade ediyor.

Gelişen ekonomi ile birlikte özellikle gelişmekte olan ülkeler de rant kavgası şehirleri ciddi bir baskı altına almıştır. Özellikle küreselleşme ile birlikte ya şehrin kendine özgü belleği, kimliği ve dokusunu bölen yok eden bir politika geliştiriliyor ya da kalkınma ajansları aracılığı ile sürdürülen projeler üzerinden şehir için çok kıymetli olan alanlar kalkınma hamlesi altında kamulaştırılarak sermayenin emrine veriliyor. Burada yerel yönetimlerin kendilerini ekonomik kalkınmaya sadece arsa satmak, bu arsaların üzerinde fabrikalar, çok katlı binalar yapılmasını sağlamak şeklinde katkı sağlayacaklarına yönelik bir saplantıya kaptırmaları halinde finans kapitali şehrin yönetimine hâkim olabilmektedir. Bu özellikle şehir haklarının ağır bir şekilde ihlal edilmesi için gerekli ortamı hazırlar ve şehir kimliği ve şehir dokusu açısından ağır bir tahribe yol açar.

Şehir medeniyettir ve şehircilik medeni bir faaliyettir. Medeniyette hedef insanın huzur ve mutluluğunu sağlamaktır. Bir şehirde insanın huzur ve mutluluğunun artırılması için toplumun refahının yüksek olması gerekir. Bunun için ilk önce halkın daha sonra kanaat önderlerinin kanaat ve düşüncelerine önem verilmelidir. O şehre yönelik hizmet eden vakıf ve derneklerin, sosyal kuruluşların ortak kanaatlerine ve isteklerine, hazırladıkları plan ve projelere şehir planlamalarında ve projelerinde hak ettiği yer verilmelidir. Bu ise ancak seçme ve seçilme hakkının verilmesi ile beraber planlı şehirlerde sunulan hizmetlere halkın ve sivil toplum örgütlerinin dâhil edilerek ortak bir hizmet sunma imkânı sağlanarak mümkün olur.

Bir şehirde oturan herkesin yaşamış olduğu şehir üzerinde tartışılmaz iki hakkı mevcuttur. Bunlardan ilki şehri kullanma diğeri ise şehir ile ilgili alanları kullanmadır. Bu ister istemez bu alanlarda sunulan hizmetlerden her kesin eşit bir şekilde faydalanması ve erişiminde her hangi bir engelleme ile karşılaşmamasını gerektirir. Bu şehir halkının içinde bulunan kültürel, fiziki, cinsiyet ve yaş gibi farklılıkların göz önüne alınarak şehircilik hizmetlerinin sunulmasını gerektirir. Dolayısıyla bu hizmetlerin hem şehir hem de tüketici haklarının ihlal edilmemesi için farklılığı bünyesinde barındıran organizasyonların şehircilik hizmetine katılmasını ve bu hizmetlerin şehirde dengeli yürütülebilmesi için yerel yönetimlerin koordinasyonu altında gerçekleşmesini gerektirir.

Ülkemizde henüz yerel demokrasinin ve aynı zamanda demokrasi kavramının tam olarak oturmadığı göz önüne alındığı zaman hem katılım hem de seçme ve seçilme hakkı ile yerel otoriterlerin kontrolü altında hizmet sunabilme hakkı açısından ciddi sıkıntılar yaşanmaktadır. Bu haklar işlevlik kazanamamakta sadece sembolik olarak uygulanmaktadır. Özellikle belediye başkanları seçiminde adayların Ankara’da parti merkezinden belirlenmesi nedeniyle yapılan seçimler sadece hangi parti adayının belediye başkanı olacağına karar vermekten öteye gitmemektedir. Aynı şekilde seçilme hakkının kullanılması ise yerel yönetime aday olanları yerel siyasetten merkezi siyasete kaymasına neden olmakta ve müdahaleye açık bir siyaset uygulamak zorunda kalmaktadırlar.

Bir de buna artan rantiye kavgası eklendiği zaman siyaset ekonomi ile iç içe olmakta ve şehirlerimizde bu kendini arsa rantiyeciliği ve ulusal kalkınma hedefleri için şehir ekonomilerinin gelişiminin kalkınma ajansları tarafınca planlamasına sebebiyet vermektedir. Bu katılım hakkının zedelenmesine böylece alternatif şehir projelerinin geliştirilerek şehir planlamasının şehirlinin ihtiyaçlarına ve isteklerine göre yapılmamasına neden olmaktadır. Özellikle ülkemizde kalkınma ajansları aracılığı ile başlatılan ekonomik kalkınma modeli şehir ekonomisinin şehirlilerden ziyade şehir dışından gelen sermaye etrafında toplanmakta ve şehir kimliğine zarar vermektedir. TOKİ kanalı ile yapılan konut projeleri ile de halk katılımı sağlanmadığı için şehir kimliği, belleği ve şehrin tarihi dokusunu göz ardı eden merkezi mimari tekniği nedeni ile şehirlerimiz açısından olumsuz gelişmelere sebebiyet verilmektedir. Yerel otoriterlerin birlikte çalışarak hizmet verebileceği organizasyona ve vizyona sahip sivil toplum örgütleri nedeniyle birlikte hizmet verme ve gerekli koordinasyonu sağlama tecrübelerinin olmamasına neden olmaktadır. Bu zaten bu hakkın kullanılması için isteksiz olan yerel yöneticileri cesaretlendirmektedir.

Son zamanlarda şehrimizde de KUDAKA ve TOKİ aracılığı ile uygulanan politikalar şehir üzerinde olumsuz izler bırakabilir. Özellikle şehir merkezinde uygulanması düşünülen konut projeleri şehrin tarihi dokusunu koruma ve ona uyumlu bir mimari çevrede yaşamaya ilişkin şehirli hakkını ağır bir şekilde ihlal edebilir. Harvey’in dediği gibi şehir ekonomisi için önemli olan sermayenin sahibi olma ve yönlendirme şansını elinden alabilir.

Şehrimizde muhalefet geleneğinin olmaması ve merkezi hükümet ile aynı çizgide hareket edecek belediye başkanlarını seçme düşüncesi ve şehir halkının belediye başkan adaylarını belirlemede gerektiği gibi etkili olamaması nedeniyle seçme ve seçilme hakkı olumsuz yönde etkilemektedir. Yerel otoriterlerin koordinasyonu altında hizmet sunumu yok denecek kadar az seviyededir.

KENTSEL YÖNETİCİLERİ DENETLEME VE YARGISAL BAŞVURU HAKLARI:

Şehirli haklarının ve çevrelerinin bozulması durumunda birey ve gruplara, idari ve yargı makamlarına başvuru olanağı tanımak şeklinde tanımlayabileceğimiz bir haktır. Bu hak demokrasinin bir gereği olarak ortaya çıkmaktadır ve amacı halkı idareye karşı korumaktır. Bu hakkın varlığı ve etkili bir şekilde kullanımı halinde şehirli kendini şehre daha çok ait his etmekte ve şehrin sahibi olduğunun bilincine varmaktadır.

Bu hak aynı zamanda seçme ve seçilme hakkını da bünyesinde barındırmaktadır. Seçmiş olduğu meclis kanalıyla şehir halkı yine kendi seçmiş olduğu yerel yönetimi denetlemektedir. Önemli olan seçim sonucunda halkın kendini ifade edebilecek, görüşlerini yansıtabilecek, ulusal değil yerel siyaset ile uğraşan temsilcileri denetim görevini yapacak kişileri meclis ve ya mekanizmalara seçebilme ve gerektiğinde bunları değiştirebilme başarısını göstermeleridir.

Yargısal başvuru hakkının olması ve kullanımının kolaylaştırılmış olması yönetim karşısında tek bir birey olarak zayıf durumunda olan vatandaşların haklarını korumak amacıyla hukukun üstünlüğü kapsamında devleti arkasına alarak güç dengesini sağlamasıdır.

Şehirlinin bu hakkını kullanması demek şehirli olmasından dolayı kendine sunulan hizmetlerin niteliğine göre yaşam, sağlık, tüketici ve vatandaşlık haklarına yönelik bir ihlalin tüm idari yolları denemesine rağmen önlenememesi halinde başvuracağı bir yoldur. Bu denetim mekanizmasının şehir hakları açısından başarılı ve etkili olması için şehir hukukunun düzenlenmesi ve alanda ihtisas sahibi mahkemelerin olmasını gerekli kılar.

Yargısal başvurunun fazla olması yerel demokrasi açısından şehrin gelişmediği anlamına gelebilir. Çünkü yargısal başvurunun çok olduğu bir şehirde hizmetlerin planlama, uygulama ve uygulama sonrasında gerektiği gibi bilgilendirilmediği, bu aşamalarda halkın gerektiği gibi yönetime katılımının sağlanmadığı ve hizmet sunumu aşamasında farklılıkların yansıtılarak dengeli bir hizmet sunumunu sağlamak için halkın yerel otoriterler ile birlikte hizmet sunma fırsatının verilmediği akla gelmektedir.

Yargısal denetim genellikle idari ve yasal denetimin başarılı olmadığı ve halkın görüşlerinin idarece pek önemsemediği ülkelerde etkili olabilecek tek denetim sistemi olarak karşımıza çıkmaktadır.

Kentsel yöneticileri denetleme ve yargısal başvuru hakkının gerekli olan etkiyi gösterebilmesi için ilk önce halkın şehirlilik haklarını bilmesi, bu hakları bir yaşam, sağlık ve tüketici hakkı olarak kullanımı konusunda bilinçli olması gereklidir. Ülkemizde ve bu arada şehrimizde maalesef bu bilinç yeterli seviyeye ulaşmamıştır. Yukarıda değindiğimiz gibi şehir hizmetleri ve şehircilik ihtisas isteyen bir konudur. Dolayısı ile şehirli haklarının ihlali ve uygulanması için karar verecek olan mahkemelerin ve hakimlerin bu konuda yeterli olmaları gereklidir. Bununla birlikte ve daha da önemlisi bir şehir ve şehire karşı işlenen suçlara yönelik kanunların olması da gereklidir. Maalesef ülkemiz bu noktada çok gerilerde kalmıştır. Bir de buna halkın mevcut kanunlara göre haklarını nerede ve nasıl arayacaklarını bilememeleri de eklendiği zaman yargısal başvuru hakkı şehircilik açısından gerektiği gibi işlev kazanamamıştır. Şehrimiz bu konuda çok gerilerde kalmış meseleyi sadece istimlak davalarında mülkiyet hakkı üzerinde değerlendirmişlerdir.

Yerel yönetimler üzerinde halkın gerektiği gibi denetim yapabilmesi yerel yönetim meclisleri ve şehir konseylerince olmaktadır. Ancak mevcut siyasi yapı buna engel olmakta ve halk düşüncesini tam olarak yerel meclislere taşıyamamaktadır. Bütün bunlar şehrimizde de kendini his ettirmekte ve yerel demokrasi için son derecede önemli olan bu hak gerektiği gibi kullanılamamaktadır.DADAŞ OCAKLARI DERNEĞİ